28 Şubat 2014 Cuma

Yeni bir çocuk dergisi: Dünyalı

Mart ayında yeni bir çocuk dergisi yayımlanmaya başlıyor. Tudem Yayın Grubu'nun 8 yaş üstü çocuklar için hazırladığı bu yeni derginin adı ise Dünyalı. 

Dergi adının gerekçesini, "Dünya hepimizin evi, bizi Dünyalı'dan daha iyi tanımlayacak başka bir sözcük olabilir mi?" sorusundan yola çıkarak açıklıyor. 

Dünyalı'nın mart sayısı içerik olarak yoğun ve doyurucu. Mart ayında gerçekleştirilecek seçimler ilgili çocukların akıllarındaki sorulara yanıt bulacağı "Demokrasi ve Seçimler" dosyası içeriği ile göz dolduruyor. 

Kültür sanat sayfasında müzik, sinema ve edebiyata dair insanı bilgilendiren fakat sıkmayan haberler yer alıyor.

Bahçeyi balkona taşı, küp şekerlerden sanat ve çevre başlıklarındaki konuların yanı sıra kes/yapıştır, laboratuvar sayfalarındaki önerileri ile de çocuklara doyurucu bir içerik sunuyor.


Dergide Tokaçcan, Şapşal Kuş Piyu ve Piko çizgi öyküleri de yer alıyor. Labirent sayfasındaki sorularsa derginin en güzel bölümlerinden biri.

Dünyalı'nın uzun soluklu bir çocuk dergisi olmasını dilerim.

Ebru Akkaş

26 Şubat 2014 Çarşamba

Curcuna Evi

On üç yaşındaki Marie, “Henriette Konağı”nda yaşamaktadır. Yüz yıl önce Marie’nin babasının dedesinin, eşine evlilik hediyesi olarak aldığı bu ev, bir zamanlar görkemli olsa da zaman içerisinde epey yıpranmıştır. Aile sık sık evi baştan aşağı onarmak gerektiğinden dem vurur; ancak yeteri kadar paraları yoktur. Neyse ki evin bütün ayıplarını örten “hayırsever” bir sarmaşık vardır. Hatta Marie’nin büyükannesi Henriette, evin onarılmasına bu sarmaşık yüzünden karşı çıkar; çünkü bu durumda sarmaşık sökülecektir ve büyükanne sarmaşığın yokluğuna alışamayacağını, yeniden büyümesini beklemeye ise ömrünün yetmeyeceğini düşünmektedir. Sarmaşık sökülmekten kurtulacak, ama “Henriette Konağı”nı ve sakinlerini daha büyük bir sorun beklemektedir ne yazık ki…

Marie’nin yanı sıra konakta hepsi birbirinden farklı ve "ilginç" kişiliklere sahip, Marie’nin annesi ve babası, Olli Hala, büyükannesi ve büyükdayısı yaşamaktadır. Zenginleşme saplantısı olan ve bu yönde projeler üreten büyükanne Henriette sürekli başarısız girişimlerde bulunur. Onun bu girişimlerinden sonuncusu evi ve evde yaşayanları çok etkileyecektir. Kulakları neredeyse hiç işitmeyen büyükdayı Albert ise emekli olduğundan bu yana tek tutkusu olan bahçıvanlıkla, çiçekleriyle uğraşır. Bir dişçinin yanında çalışan Olli Hala’nın asıl tutkusu ise şiir yazmaktır. Annesi ve babasının bir kuaför salonu vardır. Böyle bir “curcuna” içinde yaşarken Marie tesadüfen bankadan gelen bir mektup bulur. Mektupta büyükannesinin aldığı 987 bin 234 şilinlik kredinin taksitlerini ödemediği için ön dört gün içinde tamamını ödemesi gerektiği yoksa bankanın haciz davası açmak zorunda kalacağı yazmaktadır. Marie, bu mektubu gösterdiğinde büyükannesi onu sakinleştirir. Yavru bir kediyi almak için anne babasını nasıl ikna edeceğiyle kafası meşgul olan Marie bu konuda daha fazla düşünmek istemez. Ancak bir süre sonra ortaya çıkar ki büyükannesi borcu ödeyemediği için banka evi açık artırmayla satacaktır. Büyükanne para bulmanın yollarını arar. Diğerleri ise bu durumda ne yapacaklarını düşünüp taşınırlar. Marie ise çok mutsuzdur. Sonunda yardım Marie’nin hiç beklemediği bir yerden gelecektir.

Bütün bunlarla uğraşırken Marie bir genç kız olmanın gereklerini de yaşar. Bir türlü seçim yapamadığı Konrad ve Stefan arasında kalmıştır. Bu yetmiyormuş gibi en yakın arkadaşı Reserl’in Stefan’dan hoşlandığını öğrenir. Marie kimi seçecek? Anne ve babası boşanmak üzere olan Reserl’le arkadaşlıkları olanlardan nasıl etkilenecek? “İlk öpücüğü” Marie’nin hayal ettiği gibi olacak mı? Olaylar bu kez de Marie’nin hiç beklemediği şekilde gelişecek.

Alman Gençlik  Edebiyatı Ödülü, Hans Christian Andersen Ödülü ve Astrid Lindgren Anma Ödülü de aralarında olmak üzere pek çok ödülün sahibi Christine Nöstlinger’in gençler için yazdığı Curcuna Evi, Günışığı Kitaplığı’ndan kısa bir süre önce yayımlandı. Kitabı Türkçe’ye Mine Kazmaoğlu çevirdi.  

Nöstlinger, özel bir yazar. Olayları asla pembe gözlüklerle anlatmıyor. Ajitasyon da yapmıyor. Bir çocuğun, bir gencin yaşayabileceği sıkıntıları, açmazları ya da sevinçleri büyük bir doğallıkla, gerçekçi bir üslupla aktarıyor. Bunu yaparken kendine has bir mizah kullanmaktan da geri durmuyor.

Yüzün üzerinde kitap yazan Christine Nöstlinger’in tüm kitapları Günışığı Kitaplığı’ndan çıkıyor. “Curcuna Evi”, yazarın okul öncesi, çocuk ve gençlik kitapları dahil olmak üzere Türkçe’de yayımlanan 22. kitabı imiş. Sevdiğimiz bir yazarın okunacak 22 kitabı olması büyük bir şans!


Tülin Sadıkoğlu   

24 Şubat 2014 Pazartesi

Çok Tuhaf Hayvan Öyküleri

Çok Tuhaf Hayvan Öyküleri, bize bu ezberleri bozdurabilecek hayvan öykülerinden oluşuyor. Çok Tuhaf Hayvan Öyküleri’ni bir sincabın rehberliğinde okumaya başlıyoruz. Bu sincap, yolda giderken sonunun nereye varacağını bilmediği yollara sapmaktan çekinmeyen, bu uğurda planlarını değiştirmekte bir sakınca görmeyen özelliklere sahip. Başta dostu karınca olmak üzere diğer arkadaşları ile yaşadığı sıra dışı hatta absürt olaylar bu öykülerin omurgasını oluşturuyor.

Kanatlı, toynaklı, yüzgeçli ve pullu tüm hayvanların birbirleri ile iletişimde olduğu öyküler, okuyucunun dikkatini kaybetmesine imkân vermeyecek bir örgüde ilerliyor.

Sofradaki yemekleri alfabetik sıra ile yiyen bir fil, sincabın peşi sıra ağaca tırmanan bir geyik bu öykülerde neredeyse sıradanlaşıyor. Başka masal ve öykülerde üzerlerine yapışan etiketlerden de sıyrılmış oluyor hayvanlar.

Sıçanla kunduzun elbirliği ile yaptıkları havuzda serinlemeye giden hayvanlar, yılanın gözetiminde faydalanabiliyor bu havuzdan. Sinsi diye bildiğimiz yılan, kuralcı bir kimliğe bürünüyor bu öyküde. Hep ciddi davranmak zorunda kaldığı için de söylenip şikâyet ediyor.

“Pazar günleri hariç her güne bir öykü” alt başlığında yayınlanan Çok Tuhaf Hayvan Öyküleri, bir solukta değil sindirerek okunması gereken bir kitap. Yaşadıkları coğrafya ve iklimde bir araya gelmeleri imkânsız hayvanların öyküleri, farklı bakış açıları kazanmaya zemin hazırlıyor diyebiliriz. Kitapta ayrıca farklı türler arası iletişim de sıkça vurgulanıyor.

Çok Tuhaf Hayvan Öyküleri, Hollandalı Toon Tellegen tarafından kaleme alınmış. Yazar olmanın yanı sıra şair ve doktorluk da yapan Toon Tellegen, sadece çocuklar için değil yetişkinler için de yazıyor.

İlk kez 1995 yılında yayımlanan Çok Tuhaf Hayvan Öyküleri (Misschien Wisten Zij Alles)Türkçeye Burak Sengir tarafından çevrilmiş. Mavibulut Yayıncılık'tan çıkan kitapta yer alan resimlerse Mustafa Delioğlu’na ait.

Ebru Akkaş

21 Şubat 2014 Cuma

İrikıyım Timsah

Afrika’nın en büyük, en karanlık, en bulanık nehrinde iki timsah kafaları suyun üstünde yatmaktadır. Bu timsahlardan biri irikıyım, diğeri ufak tefektir. İrikıyım Timsah’ın canı “lokum gibi bir ufaklığı” mideye indirmeyi çeker. Ufaktefek Timsah ise yalnızca balık yer; ona göre çocukların eti “sert, kayış gibi iğrenç ve zehir zıkkımdır.” İrikıyım Timsah, çocukların balıklardan daha iri olduğunu, böylelikle daha büyük lokmalar çıktığını söyleyerek düşüncesini desteklemeye çalışır. Ufaktefek Timsah bu kez de onu açgözlü olmakla suçlar. İrikıyım Timsah’a göre ise kendisi nehrin en cesur timsahıdır. Başka kim sudan çıkıp koca ormanı geçmeye ve kasabaya gitmeye cesaret edebilmiştir ondan başka? Ufak tefek olan homurdanarak İrikıyım Timsah’ın bunu yalnızca bir kere yaptığını söyler. O zaman da onu gören herkes kaçıp kaybolmuştur. Bunun üzerine İrikıyım Timsah tekrar kasabaya gideceğini ve onu kimsenin görmeyeceğini iddia eder; çünkü kez gizli planları, zekice hileleri vardır.

Böylece İrikıyım Timsah yola koyulur.  Yolda Şişkopatates dedikleri suaygırına, Kocaburun dedikleri file, Ekşisurat adındaki maymuna ve Bastıbacak adındaki kuşa rastlar. Küçük bir çocuğu yiyeceğini öğrenince hepsi ona bağırır çağırır; ama timsah her defasında bir kahkaha patlatarak yoluna devam eder.

O kadar çok yürür ki İrikıyım Timsah'ın karnı çok acıkır. O gün üç çocuğu mideye indirmeden doymayacağını düşünür.

Sürüne sürüne hindistancevizi ağaçlarıyla kaplı bir yere varır. Çocuklar buraya hindistancevizi toplamak üzere sık sık gelirler. Timsah yerdeki hindistancevizlerini ve dalları toplar, sonra da uzun ve kalın kuyruğunun üstüne dimdik dikilir. Koca hindistancevizi ağaçları arasında bodur bir hindistancevizi ağacı görünümündedir. Çok geçmeden iki çocuk gelir ve aslında timsah olan hindistancevizi ağacına doğru yönelirler. Tam o sırada büyük bir gürültü kopar. Ortalığı birbirine katarak, homurtular çıkararak ormandan dışarı… Kim fırlar dersiniz? Tahmin edebildiniz mi? Çocuklar bu kez kurtulmuştur, ama İrikıyım Timsah’ın gizli planları, zekice hileleri bitmemiştir. Çocuklara tuzaklar kurmaya devam eder. Ancak her defasında biri çocuklara yardım eder. Öykünün bitiminde ise İrikıyım Timsah’ı pek de hoş bir son beklememektedir.

Dünyaca ünlü çocuk kitapları yazarı Roald Dahl’ın yazdığı, Dahl kadar ünlü Quentin Blake’in resimlediği ve usta çevirmen Celâl Üster’in dilimize kazandırdığı İrikıyım Timsah, Can Çocuk Yayınları’ndan kısa bir süre önce yayımlandı. Bu eğlenceli roman 6, 7 ve 8 yaş üstü çocuklar için önerilmiş.


Tülin Sadıkoğlu
  


20 Şubat 2014 Perşembe

Sevgili Mustafa Delioğlu'nun atölyesinde gerçekleştirdiğimiz söyleşinin ikinci bölümü...


EA-TS: Kitapları nasıl resimlediğinizi, sürecin nasıl ilerlediğini bizlerle paylaşabilir misiniz?

Mustafa Delioğlu: Metin geliyor. Genelde benim çizeceğim gibi metinler geliyor. Mustafa Delioğlu bunu çizer diyorlar. Sağ olsunlar çizmemi isteyen de çok. Demek ki başarılıyım diye düşünüyorum. Metni alınca mutlaka okuyorum. Yazarların söylediklerine göre okumadan yapanlar da varmış ama benim metni mutlaka okumam lazım, duyguları tipleri yakalamam lazım.Metni iyice sindirdikten sonra başlıyorum çizmeye. Çizerken ben burada resim yapacağım, illüstrasyon yapacağım, metne sadık kalacağım mesela metinle bir yerde kafasına şöyle özel bir şapkası taktı dendiği zaman metnin ondan sonrasında şapka olması lazım, buna aykırı düşmemesi lazım. Mümkün olduğu kadar dikkat ediyorum.Hepsinde değilse de bazı kitaplarda önce bir taslak hazırlıyorum yani yazıları yerleştiriyorum. Bu daha çok resmi çok, metni az olan kitaplarda bir maket oluyor elimde; o zaman daha rahat çalışıyorum, yazının boşluklarını dolduruyorum. Ama diğer kitaplarda bir maket yapmıyorum. Yazı yerlerine orada geçen olayı işaretliyorum. Öyle devam ediyorum. Tabii ki illa bir şeyi göstereceksem, mesela denizi göstereceksem illa gemiler kayıklar yapmaya gerek yok. Gerekirse onu da yaparım ama metnin içinde denizi hissettirmek kâfi. Mesela hoplayan zıplayan bir balık yaparsın metnin köşesine, o zaten hatırlatır. Çünkü çok teferruatlı yapmanın bir anlamı yok. Metnin içinde geçiyor tarifler zaten. Ama gerekiyorsa onu da yapıyorum, çok detay da işliyorum. Bu sayfanın durumuna göre de değişiyor.

Tabii sonra da yazara sunuyorum, benim gözümden kaçan şeyler var mı diye. İki gözün bakması iyi oluyor. Sonrasında düzeltmeler gerekiyorsa düzeltme yapıyoruz. Böylece devam edip gidiyor.Metni okuyorum, tipi, hareketini kafamda canlandırıyorum. O zaman başarılı olduğumu anlıyorum. Kafamda iyi canlandırdığım zaman hareketleri işte oradaki olay, çevre, ortamın görüntüsü onu mutlaka kafamda canlandırıyorum. Canlandırdığım zaman daha başarılı oluyorum. O zaman daha zengin şeyler katıyorum. Metni okuyup ilham gelme durumu dediğim de o aslında, onu iyi canlandırmak kafamın içinde. Metne iyice gömülüp kafamda canlandırmak. Tabii ki şöyle de düşünüyorum: Özgür olmak istiyorum, metin beni çok sıkmasın diye  orada artık resmin kurallarını da göz önüne alıyorum. Kendi özgürlüğümü de katıyorum. Belki araya ilaveler de yapıyorum.

Resim iyi olduğu zaman, çocuğun hoşuna gidecek bir resim ortaya çıktığı zaman iş amacına ulaşmış oluyor. İşin pedagojik kısmına pek dikkat etmiyorum. Resim güzel olsun istiyorum, resim güzel olduğu için ona gerek kalmayacağını düşünüyorum. Pedagojik açıdan baktığımız zaman şunu şuraya koymasak çocuğa zararlı olur gibi bir şeyi hesap etmiyorum ama bu resim iyi oldu dediğim zaman o amaca da ulaşıyor.
Onları hesap edersem bahsettiğim özgürlükten yoksun kalmış oluyorum. Resim iyi olduğu zaman amaca ulaşmış oluyor. Diğer şekilde çalışmak benim için sıkıcı bir şey olurdu.

EA-TS: Okul öncesi denilen resimli çocuk kitapları daha fazla emek gerektiriyor değil mi?

Mustafa Delioğlu: Sedat Sever buna görsel metin diyor. Çok güzel bir tanımlama. Görsel metin çok önemli; kaliteli ve iyi olması çok önemli. Şöyle düşünüyorum ne kadar doğru bilmiyorum ama doğruluğuna da inanıyorum: Çocuk beğenisi nasıl gelişir? Huni ile kafasına dökerek, doldurarak değil elbette. Kitaptaki renk, boya çizgiler bunlar kaliteli olursa çocuk buna baka baka büyürse beğenisi gelişmiş olur. Onun için çizgi ve resim çok önemli kitapta. Bakacak, beğenisi gelişecek, beğenisi gelişen insan da malum hayatta da doğru şeyler seçer. Arkadaşlıktan tut da iş, sevgili her neyse doğru insanları seçerler. Ben bunları çocuklarımda gördüm. Doğru bakacak, beğenisi gelişecek.

Kitaplardaki çizgi çok önemli. Piyasada maalesef birçok kötü çizimli kitaplar, çocuğun beğenisine hiçbir faydası olmayacak hatta tam tersine köreltecek çok kitap var. Dediğim gibi ta başından beri çocuk kitabını dikkate almamak ve bunda para var deyip buna bindiren, nasıl olursa olsun deyip bu tarz kitapları çıkaran yayıncılar var.

EA-TS: Resim ve illüstrasyon yaparken hangi teknikleri kullanıyorsunuz?

Mustafa Delioğlu: Bir şeyin aynısını yapamıyorum. Değişik tekniklerle yapılmış işler var. Aynı tekniği devam ettiremiyorum, sıkılıyorum. Biraz önce bahsettim, kuşlara devam etmek istedim, bitti. Sürekli yaptığım için bıktırdım kendimi. Çocuk kitaplarında da aynı şey var. Aynı tarz, aynı boyadan sıkılıyorum, iş yoruyor beni. Sıkılınca zaten güzel işler çıkmıyor. Sonra kimyasal boyayı, kâğıda ve tuvale koyduğun zaman olağanüstü şeyler çıkıyor. Benim için çok gizemli bir malzeme boya. Ve onu teknikle yoğurduğun zaman -çünkü boyaları bir araya getiriyorum ben- bir araya geldiklerinde değişik lezzetler çıkıyor. Yani akrilik boya kullanıyorum, suluboya kullanıyorum, pastel karıştırıyorum, zaman zaman plastik tutkal karıştırıyorum. Kâğıdı yıpratarak boyuyorum. Kâğıdı yıprattığında başka bir lezzet çıkıyor.

EA-TS: Sürekli kullandığınız. vazgeçemediğiniz motifler var mı?

Mustafa Delioğlu: Resimlerimde vazgeçemediğim üç şey var: Kedi, kadın ve güvercinler. Ara da versem bunları mutlaka çiziyorum. Üçü de çizgiye ve resme müsait olduğu için... Kediler şirinlikleri açısından, kadınların gövde yapıları uygun olduğu, estetik çizgileri açısından tercih ediyorum. Güvercinler çizgisel açıdan çok ahenkli çizgilere sahip olduğu için resme çok müsait, kediler de karşı dinamik çizgiler yerine duygusal tarafları, yumuşaklıkları, gerektiğinde sertlikleri ile zengin ifadeler oluşuyor. Daha çok resme uygunluğundan dolayı yapıyorum. Kediler daha çok illüstrasyonlarda var. Resimlerde kediler de girdi.

Kedilere hayranlığım var. Tüysüz kedilerde bile müthiş bir estetik var. Kedinin bir sürü güzel hareketleri var. Hayvanlar çocuklar için çok önemli. Mutlaka çocuklara bu sevgiyi aşılamak lazım, hem çevreci olması bakımından hem de bu gezegende herkesin yaşamaya hakkı olduğunu bilmeleri bakımından ve paylaşımcı olmaları için hayvanları sevmelerini sağlamalıyız. Görsel bakımından kedinin çizgisi, yüz ifadeleri resmi tamamlıyor. Birinin resmini yapıyorsunuz; ayağının dibinde sürtünen, sevgi gösterisinde bulunan kedi, onun duruşu duygulandırıcı oluyor. O sevgiyi hissettiriyor, sayfayı süslüyor. Kedi beni cezp ediyor.

EA-TS: 70'li yıllardan bugüne çocuk ve gençlik edebiyatının gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mustafa Delioğlu: Bardağın yarısı dolu veya boş... Şimdi geriye baktığım zaman bardağın yarısı dolu, hem de iyi dolu çünkü görsel, metin ve baskı kalitesi açısından Erdal Öz zamanında yapılan bazı kitapları birinci hamur kâğıda basıyordu. Daha öncekiler üçüncü hamur dediğimiz saman kâğıdı denilen sarı ve boyayı emip dağıtan, görsellerin kötü olduğu kitaplar çıkardılar. Kalite gittikçe arttı, birinci hamur çıktı ,bir de baktık büyük ebatlı kitaplar çok resimli kitaplar yapılmaya başlandı. Bugüne geldiğimizde müthiş bir yol.
Fakat boş tarafına baktığımız zaman, kendi açımdan da söylüyorum, yabancı yayınlara baktığımız zaman müthiş şeyler var, olağanüstü illüstrasyonlu, tasarımlı kitaplar var. Kocaman, çok iyi resimli kitaplar şimdi oradan bakıldığında bardağın yarısı boş. Henüz bizde yapılmıyor bunlar. Aşılmamış bir durum da var, Aşmak lazım. İllüstrasyon, tasarım, ölçü yabancılarla kıyasladığımızda daha çok yürünecek yol var.
İllüstrasyon konusunda çok yetenekli gençler var fakat zamanla da bunların kaybolduğunu görüyorum. Bu niye oluyor? Yayınevlerinin yeterli ücret ödememesi/ödeyememesi, şartların ağırlığından dolayı çocuklar okullardan mezun oluyorlar ama sonra kayboluyorlar. Özellikle Nazan Erkmen'in öğrencilerinde gördüm ben bunu, resimlediler sonra kayboldular. Pazar yeterli değil. Özgün bir illüstratör çıkmıyor, çıkarsa da çok az tek tük. Küçük kitaplarda görüyorum onları. Özel yapılmış kitaplarda görmüyorum. Çok az.
İş pazarda bitiyor aslında pazar uygun olmayınca işin ucu illüstratörlere kadar geliyor. Dolayısıyla bir emekleme durumu var ama geriye baktığımızda çok iyi bir yerde. Fakat kalite konusunda endişeliyim. Fuarlarda görüyorum özellikle stantlarda çok çorba, çok renkli, çok uyduruk kitaplar var. Tezgâha baktığın zaman böyle bir bulamaç; bir şey çok renkli olunca çok güzel olduğu zannediliyor bu çok sevimsiz bir şey. Ne olacak bilmiyorum?

EA-TS: İllüstratör adaylarına neler önerirsiniz?

Mustafa Delioğlu: Sanatçı adayı ister metin ister resim olsun çok çalışmadan olmaz. Gerçi hiçbir şey çok çalışmadan olmaz. Mutlaka çok kitap okumaları lazım. İyi bir çizgiye sahip olmaları yetmez. Çünkü metinden etkilenmeden çizdiğin zaman o doğru bir yaklaşım olamayacaktır. Metinle örtüşmeyecektir. Düşünün dünya çocuk klasiklerini hiç okumamış, ona diyecekler ki Kırmızı Başlıklı Kız’ı resimle. Ona yabancı gelecek metin. Okursa takip ederse bir yakınlık olacak. Çocuk kitaplarına yakınlığı olacak. Daha önce dediğim gibi Pinokyo ile bir yıl dolaşmasam çocuk kitaplarını resimlemeyecektim belki de. Pinokyo benimle bir yıl dolaştı ve bundan müthiş bir keyif aldım. Onun lezzeti hâlâ aklımda. Demek ki onun etkisi de olmuş.  Onun için çok kitap okuyacaklar, metni sevecekler. Metni severse duygulanacak, kafasında kolay canlandıracak. Onun için şart. Bir de sanat işi bir maraton aslında sürekli koşması gerekecek. Tam adı maraton, onu göze alacak. Şimdi şöyle bir şey de var, mutlaka özgün olmak gerekiyor. Kendini geliştirirse özgün çizgi çıkar, o da gerekli bu da… Çok çizip boyayarak, dünyada yapılan kitapları görüp takip ederek olacak. Yani yol uzun. Çok çalışsınlar diyoruz. Piyasanın da zorluklarına katlanacaklar, avantajlarını kullanacaklar.

EA-TS: Peki, ailelere neler önerirsiniz?

Mustafa Delioğlu: Kendi çocuklarımla bunu yaşadım. Kitabı çok sevdikleri için hayatları daha kolay oldu. Kitap okumanın keyfini yaşadılar. Büyüdüler, evlendiler hâlâ da okuyorlar ve seviyorlar. Kitap okumak hayattı güzelleştiriyor. Öğreniyorsun, içini de güzelleştiriyor. Babalar gerçekten çocuklarına kitap alsınlar. Oyuncak tabanca alıyorlar halen -ha belki çocuk oyun diye ister- ama daha çok kitap alsınlar. Nitekim çocuklarını ciddiye alıyor ve kitap alıyorlar sanırım. Yoksa bu kadar çocuk kitabı görmezdik. Her yıl daha kalabalık oluyor fuar. Kaliteli işler yapılsın. Çocuklar bizim gözümüzün nuru. İyi metinli, iyi resimli kitaplar alsınlar. Renk güzel ama sadece boyalı olmasın. Çocuklar çok önemli. Umarım daha uzun yıllar yazarlar yazar biz resimleriz, güzel kitaplar yaparız.

19 Şubat 2014 Çarşamba

Vulgar Viking Kurabiye Yağmacıları

Vulgar Viking: Huysuz, İnatçı, İğrenç, Baş Belası, Korkusuz ve Pasaklı, Gözü Kara Yağmacı, Hayalperest Maceracı yani tam bir Viking Savaşçısı!

Uyuntu Köyü’nün çocuklarından biri olan Vulgar hiç âdeti olmadığı halde o sabah erkenden kalktı. Viking Bayramı kutlamalarını kaçırmak istemiyordu. Yerleşik hayata geçmiş, sebze meyve yetiştiren ve tüketen kendi köyünde olmayı yadırgıyordu. Ona göre bir Viking olarak denize açılmaları gerekiyordu; köyde kalıp tarımla uğraşmak, ekmek pişirmek de neydi?

Kral Olaf’ın anlattığı abartılı hikâyelerle başlayan Viking Bayramı pek de çocukların hayal ettiği gibi gitmedi. Apar topar bitirilen bayram kutlamalarından sonra gemisiz bir Viking olmayacağı düşüncesi ile küçük de olsa bir tekne yapmaya girişimi günün geri kalanını kurtarabilirdi. Elbette Vulgar'ın arkadaşlarının yardımıyla…

Odin Reddeard’in yazdığı Vulgar Viking Kurabiye Yağmacıları’nı Sarah Horne resimlemiş. Kitabı Fatih Erdoğan dilimize çevirmiş. Mavibulut Yayıncılık'ın yayımladığı Vulgar Viking’in maceraları Korkunç Okul Gezisi, Büyük Yarış ve  Müthiş Ejderha Avcısı kitapları ile devam ediyor.

Ebru Akkaş

18 Şubat 2014 Salı

Bir Kitap Lütfen, Mustafa Delioğlu’nu konuk ediyor!


Çocuk ve gençlik edebiyatına önemli ve değerli katkıları olan Sevgili Mustafa Delioğlu'nu atölyesinde ziyaret ettik ve bir söyleşi gerçekleştirdik. 

İki bölüm halinde yayımlayacağımız söyleşimizde hem Mustafa Delioğlu'na hem de çocuk ve gençlik edebiyatımıza yakından bakacaksınız.




İllüstrasyonun ciddiyetini anlamalı çocuklar, diye başlıyor anlatmaya Sevgili Mustafa Delioğlu…

EA-TS: Çocuklar illüstrasyonu yetişkinlerden daha iyi anlıyor, algılıyor diyebilir miyiz?

Mustafa Delioğlu: Bu çok doğru. Çocuklar yetişkinlerden daha çok farkındalar. Ben hep  –hepsinden değil, ama bazı yayıncılardan– şunu duydum: “Sen hep çok ayrıntılı çalışıyorsun; resimler çok kalabalık, çocuklar görmez bunları. Ben de diyorum ki siz görmüyorsunuz. Çocuklar görüyor. Ben iki çocuk yetiştirdim; gördüklerini birebir biliyorum. Çocuklar ayrıntıları seviyorlar. Ayrıntılara çok dikkat ediyorlar. Bakıyorlar. Tabii ki belli yaşlar için daha yalın tanıtmak lazım. Örneğin okul öncesine... O ayrı bir şey. Ama bir metnin görseliyse onu en güzel şekilde yapmalı. Gerekirse sade olur, gerekirse ayrıntılı olur. Onun için çok doğru; çocuklar daha iyi görüyorlar.

TS: Yetişkinlerin algıları küçükken daha açık oluyor, büyüdükçe köreliyor…

EA.: Çünkü şekillendiriliyor, kalıba sokuluyor…

Mustafa Delioğlu: Geçtiğimiz günlerde beni şaşırtan bir şey oldu. Bir okula gitmiştim; hayvanlar çiziyorum… Bir taraftan sohbet ediyoruz, bir taraftan şunu çiz, bunu çiz diyorlar. Peki, dedim, size bir sorum olacak. Bunu bilirseniz her dediğinizi yapacağım. Bir kulak çizdim ve sordum, “Bu kimin kulağı?” “Zürafanıııın!” dediler. Şaşırdım kaldım. Sadece kulağı çizdim, düşünün, çizgi bu, fotoğraf değil; çizgi ve hepsi birden zürafa dedi. Gerçekten de zürafa kulağıydı ve bu çocuklar biraz büyük çocuklardı ama ne olursa olsun onu görebildiler.

TS: Küçük Prens’teki fil yutmuş yılan resmi gibi. Büyükler şapka olarak görüyor, ama küçükler doğrusunu görüyorlar.

Mustafa Delioğlu: Evet. Çocuklarımız gerçekten müthişler.

EA-TS: Başa dönecek olursak. Çocuk kitapları resimlemeye nasıl başladınız? Biyografinize göre 1968’te illüstrasyon yapmaya başlamışsınız…

Mustafa Delioğlu: Profesyonel olarak, evet. Delikanlılığımda hayatımı kazanmak için neler yapıyordum…tabelalar yazıyordum. Aslında çocukluğumdan beri, kendimi bildim bileli sürekli çiziyorum. Çocukken, herkesin yaptığı gibi, ders kitaplarındaki, alfabelerdeki resimleri kopya etmeye çalışıyordum. Ama onlar kadar güzel olmadığı için çok üzülüyordum. Nasıl onlar kadar güzel yaparım acaba, diye düşünüyordum… Ama hep bir şeyler yapıyordum. Treni görmeden yine fotoğraflardan, daha doğrusu resimlerden, illüstrasyonlardan bakıp sürekli tren resmi yapmaya çalışıyordum. Hâlâ zor yapıyorum tren resmi; çünkü çok teferruatlıdır, ayrıntılı şeyler vardır. Onu hatırlıyorum, çok tren, lokomotif resmi yapmaya çalışıyordum. Ama çok zor oluyordu, olmuyordu, üzülüyordum. Sürekli kâğıtları dolduruyordum. Bir de çocukken her şeyi inceliyordum, her şeye bakıyordum. Hatta bu yüzden büyüklerimden azar bile işitiyordum. Böceği yakalıyordum, sürekli onu inceliyordum, nasıl yapıyor, nasıl gidiyor. Kuşların peşinden giderdim… Ayrıntıya çok dikkat ediyordum, dikkatliydim. Tabii resim çizmek çok dikkat gerektiren bir şey. Ben şimdi de bazı tavsiyelerde bulunduğum zaman, “Ressam röntgenci olmalı,” diyorum. Her şeyi röntgenlemeli, kafasına kaydetmeli.
Bir de ben çok kitap okuyordum, elime geçen her kitabı okuyordum. Çocukluğum Erzincan’da geçti. Buradaki okulun, İstanbul’dan gönderilen kitaplardan oluşan küçük bir kitaplığı vardı. O zamanlardan Pinokyo’yu hatırlıyorum. Galiba tam çeviriydi, kalın bir kitaptı diye hatırlıyorum. Onu okuduktan sonra sanıyorum belki bir yıl ya da daha fazla Pinokyo’yla beraber dolaştım. Sürekli yanımdaydı. Kitapları çok seviyordum hatta benim de kitaplarım vardı. Nereden buldum hatırlamıyorum şimdi; derme çatma tahtalardan küçük bir kitaplık yapmıştım kendime. Çok okuyunca tabii, kafamın içinde bir şeyler beliriyor, ne yapmak lazım?.. Aile Erzincan’dan İstanbul’a taşındı. Ben, İstanbul’da abimin evinde yaşıyorum. Bir yandan da bir şeyler yapmam lazım, diye düşünüyorum. Böylece tabela yazmaya ve para kazanmaya başladım. Sonra gravürleri yağlıboyaya çeviriyordum. Tahtaya, tuvallere, neye buluyorsam onlara çeviriyordum ve Çiftehavuzlar’daki bir camcının vitrinine koyuyordum. Ciddi şekilde satıyordu. Derken bana, Hayat Mecmuası’nın içindeki röprodüksiyonları vermeye başladılar. Onlardan kopya yapmaya başladım. Hatta ünlü İngiliz manzara ressamı vardır: Constable. Onun Değirmen isimli bir resmini kopya ettim. Hâlâ aklımdadır. İlk kopya ettiğim resim oydu. Bunları kendim için kopya ediyordum ve sonra vitrine koyuyorduk. Hatta birinden sipariş aldım ve ne kadar olduğunu hatırlamıyorum, ama bana bir para ödediler. Keşke şimdi görsem diyorum; nasıl kopya ettim acaba, çok da merak ediyorum… O zamanki görüşüme göre bayağı ciddi şekilde kopya etmiştim ama doğru mu bilmiyorum.

Mustafa Bey, söyleşinin bu bölümünde biraz duraksıyor ve gülerek:

Mustafa Delioğlu: Hayat hikâyemi anlatmayı çok seviyorum ben galiba. Herkese anlatıyorum…

EA-TS: Biz de hiç kıpırdamadan dinliyoruz!

Mustafa Delioğlu: Şimdi elimdeki resimli roman bitsin kendi resimli romanımı yapacağım.

EA-TS: Güzel bir tesadüf oldu; çünkü biz de size gelmeden önce, soracağımız soruları Mustafa Bey resimle çizerek yanıtlasa ne güzel olur diye konuşmuştuk.

Mustafa Delioğlu: Anlatacağım, anlatacağım. Çok serüvenli, hoş şeyler çıkar diye tahmin ediyorum. Ama resim mi yapacağım, illüstrasyon mu bilmiyorum. Neyse, zaman bol, önümüzde yüz yıl var daha. Öyle ayarladım ben. Hep beraber tabii… Nerede kalmıştık. Resimleri kopya etmeye devam ediyorum. Sonra birisi Çiftehavuzlar’a geldi, dükkân açtı. Kopya resimler yapıp satalım, dedi. Beş-altı ay da orada çalıştım. Ama yürütemedi…

EA-TS: Hayatınızı resim yaparak kazanabiliyordunuz yani?

Mustafa Delioğlu: Çok değilse de kazanıyorum. Sanat çevresini tanıyan bir arkadaşım vardı. Ne yapmak lazım bu resimlerle, diye ona sordum; çünkü bir taraftan da resim yapıyorum. Çok da bilinçli değil bunlar… Kendi başıma yaptığım resimler, kopyalar; ama tuvaller birikmeye başlamıştı. Bana, “Bir sergi açman lazım,” dedi. Beyoğlu’nda Belediye’nin bir galerisi vardı; oraya gittim. İki katlı eski bir Beyoğlu binası; küçük bir girişi var. “Sana burayı verelim; ama önce git Belediye’ye 50 Lira öde,” dediler. Gittim, Belediye’ye 50 Lira ödedim. Topladım resimlerimi, küçük girişe astım. İşte, sergi mi sergi! Kimi eleştiriyor, kimi diyor ki Picasso’dan kopya çekmişsin. Kendi başıma yaptığım özgün resimler de var; köy resimleri, tarla resimleri, ekin biçen köylüler, vs. Yeni Ortam diye bir gazete vardı; benimle bir röportaj yaptılar, bir fotoğrafımı çektiler. Ben de takım elbiseli, kravatlı gayet şıktım. Resmin önünde fotoğraf çektirmiştim; fakat gazete kayboldu, yok şimdi. Kaybolması ne kötü bir şey...  Orada çok insanlar, ressamlar tanıdım. Mesela ünlü heykeltıraş Gürdal Uyar’ı tanıdım. Ressam Ali Demir vardı; akşamları Beyoğlu’nda, bankaların vitrinlerindeki demirlere küçük resimler asıyordu. Oranj-sarı-kahverengi resimler yapıyordu. Bunlar köy resimleri, bazen soyut resimler olurdu. Onları çerçeveleyip yabancılara satıyordu. İşte o sergiden sonra ben ne yapayım, ne edeyim derken, Ali Demir bana kendisi gibi yapmamı söyledi. “Sen de burada resimlerini akşamları sergile, benim gibi,” dedi. Fakat o hızlı çalışıyor, ben hızlı çalışamıyorum. Akşamdan yapıyor resimleri, ertesi gün gelip asıyor. Bir de ben çok utangaç olduğum için onun gibi yapmam mümkün değil. Pratikte de olacak iş değil. Dolayısıyla sabit bir gelirim yok. Ne yapmam lazım? Gene, daha önce bahsettiğim arkadaşım beni tanıdığı bir reklam şirketine götürdü. Tepebaşı’ndaki bu küçük reklam şirketinde bir şeyler yapmaya başladım. Fakat bir süre sonra şirketin art direktörü bana, “Sana burada ekmek yok, ben seni bir yere götüreyim, orada çalış. Onlara da bahsettim senden,” dedi. Ankara Reklam diye bir yerdi; art direktörYüksel Ünsal’la görüştü ve o zamanlar 300-400 Lira gibi hiç de fena olmayan bir maaşla çalışmaya başladım. Burada çizgi film background’u yapıyordum. Bankaların çizgi filmlerini yapıyordu, Yüksel Ünsal. Yıl ’68. O zaman bilgisayarlar yok; her hareket çiziliyordu, boyuyorduk. Biraz eziyetli bir işti. Bu arada resim de yapıyorum tabii. Siparişler alıyorum, röprodüksiyonlar yapıyorum. Derken askerlik dönemi geldi. Gittim askerliğimi yaptım ve dönüşte gene ajansa geldim. Kitap sevdam da devam ediyor bu arada. Ne yapmam lazım, benim kitap kapakları yapmam lazım. O zaman da güzel şeyler yapılıyordu. Özgün işler vardı. Yanlış hatırlamıyorsam, Ayhan Erer mesela, tire çalışıp suluboyayla boyuyordu. Çok hoşuma gidiyordu. Dostoyevski’nin kitaplarını yapmıştı...

EA-TS: O zamanlar kitap kapaklarını ressamlar mı yapıyordu?

Mustafa Delioğlu: Tabii. O zamanın kapaklarını ciddi ressamlar, illüstratörler yapıyordu. Mesela Kerime Nadir kitaplarını resimleyen ciddi ressamlar vardı. Bir tanesi Remzi idi; Cemal vardı… Bunlar film afişleri de yapıyorlardı. Ama ben Kerime Nadir türünde kitaplar yapmak istemiyordum. Hep güzel kadın resimleri yapılıyordu. Fotoğraf gibi resimler, kaymak gibi yüzler… Ben o şekilde çalışamıyordum, çalışmam da. Cağaloğlu’nda Oluş Yayınevi adında bir yayınevi vardı. Onlara iki kapak yaptım. Çok beğenildi. Üçüncü kitabım, yanlış hatırlamıyorsam, Erdoğan Tokmakçıoğlu’nun “Hayvan Masalları” idi. O da çok beğenildi. Dördüncüsü Ostrovski’nin “Fırtına Çocukları” adlı kitabıydı. Kahverengi, sepya renklerde, ön tarafta yoğun çalışma, arka tarafa doğru eriyen, çizgileşen bir resim yaptım. Bu felaket beğenildi; isim yapmama neden oldu. Yıl ‘70’ler.  Ciddi şekilde aranmaya başladım. Bu arada reklam şirketinde de çalışıyorum hâlâ. Çok heyecanlıyım tabii. Ne yazık ki orijinalleri yok. Orijinaller gitti. Kitaplar var… Ama orijinaller kaybolup gitti. O zamanlar Cağaloğlu’nda pek önemsenmiyordu.

EA-TS: Belki kıymet bilen birilerinin elindedir…

Mustafa Delioğlu: Umarım öyledir. Mesela Konuk Yayınları’na çalışıyordum. Sol yayınlar yapıyorlar. Onlara da herhalde 60-70 kapak yapmışımdır ve orada da güzel illüstrasyonlar vardı. Onlar eminim ki değerlendi; çünkü yayınevi sahibi diyordu ki, “Birisi çok beğendi, ona verdim orijinali.” Demek ki beğenen birine gitmiş, ne güzel.
Artık sürekli kitap kapağı yapıyorum. Cağaloğlu’na tamamen adım atmış durumdayım, ama reklam şirketinde çalışmaya devam ediyorum. Maaşım kesilirse geçinebilir miyim, diye düşünüyorum ama bir taraftan da sürekli siparişler geliyor. Böylece Cağaloğlu’nda bir atölye açmaya karar verdim. Yıl 1974-75 olsa gerek. İllüstrasyon yetmezse matbaalara da grafik işleri yaparım, o şekilde idare ederiz, diye düşündüm. Korka korka geldim Cağaloğlu’na, açtım atölyeyi. E Yayınları’nın sahibi Cengiz Tuncer’e de kapak yapmaya başladım. Hatta ona, “Şimdi ben geleceğim buraya, nasıl olacak, geçinebilir miyim Cengiz Abi?” diye sordum. O arada evlendim, aile sahibi de olduk, onu da geçindirmek lazım. Cengiz Tuncer, “Yüzme nasıl öğrenilir?” dedi. “İtersin çocuğu denize, ya boğulur ya yüzmeyi öğrenir. Genelde yüzmeyi öğrenir,” dedi. “Senin vaziyetin de o olacak,” diye de ekledi. “Eh peki, boğulmayız herhalde,” dedim.

EA-TS: Resim yapmayı asla bırakmıyorsunuz bu arada …

Mustafa Delioğlu: Hayır, olur mu! Resim yapıyorum, kafamda hep bir sergi açma düşüncesi var. Ama illüstrasyonu da çok seviyorum. Hâlâ öyle… Bunu derken şunu kast etmiyorum: Resim yapıp sergi açarsam, resimlerimi satarsam illüstrasyon yapmam. Öyle bir şey olamaz; çünkü illüstrasyonun yeri o kadar ayrı ki. İllüstrasyon bir kere çok yere, çok insana ulaşıyor. İllüstrasyonu yapıyorsun, kitap basılıyor, binlerce insan görüyor. Müthiş keyif alıyorum, müthiş zevk alıyorum. Beni her şekilde tatmin ediyor. Resimle illüstrasyonu başa baş götürüyorum, hep de öyle olacak.

EA-TS: Cağaloğlu’nda atölyenizi açtınız ve kitap kapakları resimlemeye başladınız.

Mustafa Delioğlu: Evet, o dönem test dergileri çıktı. Bilgi Başarı’nın test kitapları vardı. Bunlar için çizmek de keyifliydi. Derken Erdal Öz, Cem Yayınları’ndaki "Arkadaş Kitapları" dizisini kurdu ve bir gün beni çağırdı, tanıştık. İsmini duyuyordum, ama o zamana kadar tanışmamıştık. “Tam senin kalemine göre bir iş var,” dedi. Hep öyle derdi; metni verdiğinde, “Tam senin kalemine göre, çok keyif alacaksın.” Truman Capote’nin “Para Dolu Damacana” diye bir hikâyesiydi. Nefis bir hikâye… Keşke yeniden yayımlansa da tekrar resimlesek. Erdal Öz’e yaptığım kapağı götürdüm; çok beğendi, bir kitap daha verdi. O zamana kadar çocuk kitabı resimlemiyordum. Yalnızca, Erdoğan Tokmakçıoğlu’nun kitabının kapağını yapmıştım. Zaten çocuk kitaplarının ciddi şekilde yayımlanması Erdal Abi ile, Arkadaş Kitaplar ile başladı. Ondan önce hiçbir yayınevinde doğru dürüst bir şey yoktu. Derken çocuk kitabı furyası başladı Cağaloğlu’nda. ‘76’lar, ‘77’lerdeyiz. 12 Eylül’e doğru sayısız solcu yazar çıktı ve yazdıkları, bazı çocuk kitaplarının içeriği olacak iş değil. Mesela, bir metin geldi önüme; çocuklar fabrikayı basıp makineleri ele geçiriyorlar, kendileri çalıştırmaya başlıyor. Böyle trajikomik şeyler de yapılmaya başlandı. Tabii bu arada ben, dediğim gibi, matbaalara grafik işleri yapıyorum ama grafik işleri biraz titizlik isteyen yani hassasiyet isteyen işler. Bugünkü gibi bilgisayar yok, yazılar bilgisayarda dizilsin... Satırları yapıştırarak metni oluşturuyorduk. Gönyeyi koyacaksın, cetveli koyacaksın; bunlar çok zor geliyordu bana. Tamamen illüstrasyondan hayatımı kazanma düşüncesi, isteği de vardı. Aslında, hayali vardı desek daha doğru olur. Grafik işlerini bırakıp tamamen illüstrasyona yöneldim. O sırada Oda Yayınları çıktı; tüm kapaklarını bana yaptırıyordu. Sonra Erdal Abi, Can Yayınları’nı kurdu; onunla çalışmaya devam ettim. Başka pek çok yayıneviyle çalışmaya başladım. İşler çok yoğundu.

EA-TS: Şu anda bulunduğunuz atölyeye 1980 yılında mı geldiniz?

Mustafa Delioğlu: Evet. 80’li yıllar boyunca hiç durmaksızın çocuk kitapları resimlemeye başladım. Artık yalnızca kapak değil, hem kapak hem iç resimler yapıyordum. Bu arada resimler de birikiyor. Bir dizi güvercin resmi yapmıştım. Hadi, dedik, bir sergi açalım. Yıl da ’93 olsa gerek.     

EA-TS: 80’li yıllarda, Erdal Bey’in de Arkadaş Kitapları kurmasıyla, çocuk kitapları furyası başladığını söylediniz. Bu furya devam etti mi?

Mustafa Delioğlu: Devam etti.

EA-TS: Bu furyayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Biraz önce örneğini verdiğiniz kitapların yanı sıra nitelikli kitaplar da vardı mutlaka. O dönemin çocuk kitapları nasıldı? Çeviri kitaplar mı ağırlıktaydı, telif kitaplar mı?

Mustafa Delioğlu: Telif kitaplar daha fazlaydı sanıyorum. Çok iyi yazarlar çıktı, çok iyi kitaplar çıktı.

EA-TS: Mutlaka. Erdal Öz, bir söyleşisinde, o dönemde yetişkinler için yazan yazarlara çocuk kitapları yazdırdığını anlatmıştı mesela.

Mustafa Delioğlu: Evet, ben de tam onu söyleyecektim. Büyük yazarlar çocuklar için de yazdılar. Yaşar Kemal örneğin… Tüm isimleri hatırlamıyorum, ama çok güzel kitaplar çıktı. Arkadaş Kitaplar'dan, bir de Gözlem Yayınları’ndan nitelikli kitaplar çıkıyordu. Behrengi’ler ilk defa Gözlem’den çıktı. Güzel kitapların çıkması bir yana güzel kitap kapakları da yapılıyordu. Mesela, Sait Maden üstat işi kapaklar yapardı. Aziz Nesin’in kitaplarının kapaklarını Erkal Yavi yapıyordu. Özenli kitaplar çıkıyordu… Şimdi görüyoruz, grafikerler yapılmış işlerin orasından kesiyor, burasından kesiyor, kapak yapıyor. Grafik olarak güzel işler ama nereye varacak bunun sonu? Bu duruma pek iyi bakmıyorum ben. Özgün işler çıkmıyor. Elbette bu yoğunluk içerisinde yayınevleri illüstratörle kolay çalışamaz; yani illüstratörler iş yetiştiremezler. Mesela; Erdal Abi bir ara romanların kapaklarını bana yaptırtmaya kalktı, fakat yetiştiremiyordum. Roman kapağı yapmak için kitabı okumak lazım; bu bir zaman alıyor, okuduktan sonra ana espriyi bulmak lazım. Çok zaman alan bir şeydi… Ama şimdi hazırdan, metne uyan bir illüstrasyon konuluyor. İllüstrasyonu hazır veren ajanslar da çıktı. Yayınevleri de haklı, ama gittikçe illüstratöre ihtiyaç duyulumayan bir durum çıktı ortaya. Bir grafiker her şeyi hallediyor. Bu tabii yetişkin kitapları için geçerli.

EA-TS: 80’lerdeki çocuk kitapları furyasına dönecek olursak …

Mustafa Delioğlu: O zaman biraz da yayıncılara eleştirel bir gözle bakalım. Söz konusu yıllarda birkaç entelektüel yayınevi var idi. Ama tezgâhtan gelme yayıncılar daha çoktu Cağaloğlu’nda. Okulda okuduğunun dışında kitap okumamış insanlar yayıncılık yapmaya başlamışlardı. Örneğin; vaktiyle bir kitabevinde tezgâhtarlık yapmış olanlar, bu işte çok para varmış deyip, bir fırsatını bulup yayınevi kurdular. Bunlar çoğunluktaydı. Estetikmiş, illüstrasyonmuş, sanatçıymış önemsemiyorlardı. Kitaplara, “allı mı, pullu mu, o zaman tamam,” gözüyle bakıyorlar. Bunlar da başladılar çocuk kitapları yapmaya; ama bence en büyük ihanet ve aymazlık “yaaa, nasıl olsa gider bu” deyip son derece kötü kapaklarla, kötü iç resimlerle –bugün de var onlar – kitapların çıkmaya başlamasıydı. Her yayınevi çocuk kitabı yayımlamaya başladı. Onlarla çalışmak zorunda kaldım ve bundan dolayı çok mutsuz oldum. Erdal Abi o arada Beyoğlu’na taşınmıştı, çocuk kitaplarını azaltmıştı. Hatta bana da kızdı bir ara, “Sen sağcı bir yayınevine kitap yaptın, onun için kızgınım ben sana,” dedi.  Samiye Hanım gelene kadar bana küs kaldı. Samiye Hanım çocuk kitaplarının başına geçtiğinde beni aradı, görüşelim, dedi. Hatta ilk görüşmeye gittiğimde “Sen pahalı çalışıyorsun, çok söylersin şimdi,” dedi. Şakalaşırdık böyle. Ben Erdal Abi’yi çok severdim, o da beni çok severdi. Onu özlüyoruz…
Şöyle şeyler yapılıyordu mesela: Robinson Crusoe’nun kapağını yaptırmış bir yayınevi, bana da gösterdiler. Bir baktım, Robinson Crusoe’ya bluejean giydirilmiş, hatta arkasına da markası yazılmış. Çok hassas çalışılmış, fotoğraf gibi yapılmış. Çizenin kabahati yok, bilmiyor ki. Kabahati yok derken… İllüstratör olmak için kitap okumak lazım. Kitap okumazsan illüstratör olamazsın. Gerçi kitap okumazsan adam olamazsın ya... Bu kitaba bu pantolon olmaz, dedim. Böyle komik şeyler de vardı. Bu bahsettiğim yayıncılarla yıllarca çalıştım. Birlikte çalıştık, o yüzden saygı duyuyorum elbette, ama bir an önce kurtulmak için de fırsat kolluyordum. Rahatsızdım çünkü anlamıyorlardı beni. Anlamayınca rahat çalışamıyorsun. Elimden geldiğince tarzımı korumaya çalışıyorum, fakat çok da özgür hissetmiyorum kendimi. Anlamıyor, çok renkli olsun diyor; renkli de olabilir, az renkli de olabilir diyorum. Cicili bicili olsun diyor. Her taraf cicili bicili zaten! Bugün de fuarlarda bakıyorsun, bütün kitaplar cicili bicili. Cicili bicilikten insan resmi göremiyor… Her taraf renkli. Yine de güzel illüstrasyonlar, güzel kitaplar çıktı çalıştığım bu yayınevlerinden. Mesela Nasreddin Hoca’yı yapmıştım, güzel bir kitaptı. Maalesef onun orijinalleri de yok. Zaten şöyle bir tutumları vardı orijinalleri geri istediğinde: “Yahu parasını verdim, ne orijinali.” Değerlendirebilseler, hadi neyse. Şimdi çöpe gitmiştir hepsi. Kıymetini bilmiyorlar ki...
Cağaloğlu’ndaki yayıncıların yüzde ellisine iş yapmışımdır. İyi ki de öyle oldu.
80’ler, 90’lar derken geldik buraya. Bu arada 2000’i bulmuştur resimlediğim çocuk kitapları. Belki de daha fazla. Kapaklarla beraber 3000 olabilir.

EA-TS: İlk resim serginizi ne zaman açtınız?

Mustafa Delioğlu: İlk resim sergim olarak Belediye’nin küçük girişindeki sergiyi söyleyeceğim. Yani milat 1968! Bu sergi benim resim ve illüstrasyon piyasasına attığım ilk adımdır. Sonraki yıllarda bir güvercin sergisi açtım. Sonra bir süre ara verdim, ama sürekli üretiyordum. Karma sergilere de katıldım. İstanbul dışında Ankara’da sergilerim oldu. 10'ayakın karma sergi, 10'a yakın da kişisel sergim oldu. Şimdi hatırlayamadığım ödüller aldım.


Birinci Bölümün Sonu...

17 Şubat 2014 Pazartesi

Bekçi Amos'un Hastalandığı Gün

Bekçi Amos McGee sabahları erken kalkar, ütülü üniformasını giyer, kahvaltısını eder ve işe gitmek üzere yola koyulur. Her gün aynı saatte, aynı otobüse biner ve Hayvanat Bahçesi’ne varır. 

Hep çok işi vardır Amos’un, ama dostlarına her zaman vakit ayırır. Fille satranç oynar, her zaman kazanan kaplumbağayla yarışır, utangaç penguenle sessizce oturur, hep burnu akan gergedana mendilini ödünç verir, karanlıktan korkan baykuşa masal okur.

Bir gün Amos soğuk algınlığına yakalanır. Aksıran, tıksıran Amos o gün işe gidemez. Hayvanat Bahçesi’nde ise dostları onu beklemektedir.


Fil piyonlarını yerleştirmiş, kalelerini parlatmıştı bile.
Kaplumbağa bacaklarını esnetmiş, ısınma hareketlerini tamamlamıştı.
Penguen tek başına, sabırla oturmuş bekliyordu.
Gergedan, alerjisini daha kötüye gitmesinden endişeleniyordu.
Baykuş, dağ gibi bir masal kitabı yığınının tepesine tünemiş

Amos nerede kalmıştır? 

Meraklanmaya başlayan hayvanlar, günün ilerleyen saatlerinde ne yapar dersiniz? Hayvanat Bahçesi’nden çıkarak otobüs durağına giderler, otobüse binerler ve dostları Amos’un evine varırlar. Bu kez dostlarıyla ilgilenme, ona bakma ve onu neşelendirme sırası onlardadır.

Philip C. Stead’in yazdığı, eşi Erin E. Stead’in resimlediği, Esin Uslu’nun dilimize kazandırdığı Bekçi Amos’un Hastalandığı Gün, Yapı Kredi Yayınları’ndan yayımlanıyor.

Okul öncesi çocuklar için önerilen kitapta metin ve illüstrasyonların birbiriyle uyumu kusursuz. Dostluk, şefkat ve sevecenlik temalarını işleyen bu sıcacık öykü bir klasik olmaya aday gerçekten de.

Tülin Sadıkoğlu



14 Şubat 2014 Cuma

Shakespeare’den Hikâyeler

Shakespeare, dört yüzyıldır sahnelenmeye, uyarlanmaya ve esin kaynağı olmaya devam ediyor. Anna Claybourne, çocuklar için William Shakespear’in manzum tiyatrolarını nesir olarak yeniden kurgulamış. Claybourne’un metinleri Elena Temporin’in resimleri ile bir araya gelince oldukça hacimli, resimli bir kitap ortaya çıkmış.

 “Shakespeare’den Hikâyeler”, Shakespear’in en bilinen tiyatro eserlerinin yanı sıra,  Shakespear’in hayatı ve eserlerini konu alan bir kitap. Kitapta On İkinci Gece, Macbeth, Romeo ve Juliet, Hırçın Kız, Fırtına, Bir Yaz Gecesi Rüyası, Hamlet, Venedik Taciri, Beğendiğiniz Gibi, Kış Masalı’nın yeniden söylenişlerini okuyoruz. Özenle seçilmiş olan bu tadımlık metinler, tüm sıcaklıkları ile okuru Shakespeare’in dünyasına davet ediyor.

Nesire dönüştürülen oyunlar her şeyden önce William Shakespeare külliyatı hakkında kuşatıcı bilgiler veriyor, çok daha önemlisi merak uyandırıyor. Çocuk kitaplarının olmazsa olmazı resimlerse metinleri zenginleştirmeyi başarıyor. Metinlerle uyumlu olan resimler oyunların geçtiği dönemdeki kostümler, mekânlar ve Shakespeareyen zamanlarla ile ilgili de bir fikir veriyor.
  
Özgür Yayınları etiketi ile yayımlanan kitabı Türkçeye Kemal Küçükgedik çevirmiş. Shakespeare’den Hikâyeler, çocuklarına popüler kültürle birlikte biraz genel kültür kazandırmak isteyen, ve Shakespeare okumayı özleyenler için ilaç gibi bir kitap.

Ebru Akkaş

12 Şubat 2014 Çarşamba

İlk Işık

On iki yaşındaki Peter’ın buzulbilimci olan babası küresel ısınmayla ilgili bir araştırma yapmak üzere altı haftalığına Grönland’e gidecektir. Peter, moleküler biyolog olan annesi ve babasının doktora öğrencilerinden Jonas’ın yanı sıra kendisinin de gideceğini öğrenince çok heyecanlanır. Böylelikle buz dağlarına tırmanabilecek, köpekli kızak sürebilecek ve en önemlisi okula gitmeyecektir.

Peter'ın, on ikinci yaş gününden hemen sonra baş ağrıları başlamıştır. Annesi yıllardır baş ağrılarından mustariptir ve Peter’a da doğum günü sonrası sürekli başının ağrıyıp ağrımadığını sorar. İlginçtir ki Peter bu konuyla ilgili anne-babasına hiçbir şey söylemez. Yalnızca en yakın arkadaşı Miles’a anlatır. Ancak bu baş ağrıları pek de normal değildir. Üstelik Peter henüz anlamlandıramadığı bazı deneyimler de yaşamaktadır.

Grönland’e vardıktan sonra da ağrılar devam eder.

Babası ve Jonas araştırmalarını sürdürürken annesi de yeni bir baş ağrısı dalgasına tutulur. Daha önceki seferlerde olduğu gibi her zaman yaptığı şeyleri yapmaktan vazgeçmiş, neredeyse içine kapanmıştır. Bu kez daha da kötü gibidir. Sanki babasının yanı sıra o da bir şeyleri arayıp durmakta; bulamadıkça da kendi dünyasına çekilmektedir. Yaptığı tek şey kırmızı defterine yazıp çizmektir.

Peter, yalnızca annesi, babası ve Jonas’ın olduğu bu ıpıssız yerde kendine bir arkadaş edinir. Siyah-beyaz bir Sibirya kurdu olan Sasha, Peter’a hem arkadaşlık hem rehberlik edecektir.

Grönland’de, yeryüzünde, Peter bir yandan keşifler yapar bir yandan da anne ve babasının gizli gizli neler konuştuklarını, ona söylemedikleri bir şeyin peşinde olup olmadıklarını anlamaya çalışırken yerin altında Gracehope adında bir yerde on dört yaşındaki Thea yaşamaktadır. Thea’nın ataları İngiltere’den hayatlarını kurtarmak için kaçıp buraya gelmişler ve kendilerine herkesten gizli bu dünyayı kurmuşlardır. Thea’nın tüm hayatı yer altındaki bu yerde geçmiş, güneşi, gökyüzünü hiç görmemiştir ve bir gün hem kendi hem de halkı için yeryüzüne çıkmayı hayal etmektedir. Kendi annesi de bu hayalin peşindeyken yaşamını yitirmiştir.

Thea düşüncesini Konsey’le paylaşır. Ancak anneannesi ve Konsey Başkanı olan Rowen, torununun önerisini reddeder. Thea yine de vazgeçmeyecek, kuzeni Mattias ve can dostları köpeklerle birlikte yeryüzüne çıkmayı başaracaktır. 

Thea, amacına nasıl ulaşıyor ve ne gibi tehlikeler atlatıyor? Peter ve Thea’nın yolları nasıl kesişiyor? İkisinin bir araya gelmesi tesadüf mü yoksa onları bağlayan bir şey mi var? Peter’in baş ağrıları ve ağrıyla birlikte gelen görüntülerin anlamı nedir? Cesaretleri ve kararlılıklarıyla Thea ve Peter, birlikte, hem kendileri hem de aileleriyle ilgili, uzun süredir saklı kalmış sırları ortaya çıkarıyorlar.

Amerikalı yazar Rebecca Stead’in yazdığı, Serim As Özdemir’in Türkçeleştirdiği “İlk Işık”, Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından kısa bir süre önce yayımlandı. Bilim ve fantastiğin buluştuğu “İlk Işık” bir solukta okuyacağınız harika bir serüven romanı.

Kitabı 13 yaş ve üstü genç okurlarımız için önerebiliriz.

Tülin Sadıkoğlu

10 Şubat 2014 Pazartesi

Hayalet Gişe

Milo, her çocuk gibi can sıkıntısından patlıyordu. 

"Bir zamanlar, Milo adında, vaktini nasıl geçireceğini bilmeyen bir çocuk vardı – üstelik arada bir de değil, o her zaman böyleydi. Okuldayken dışarılarda olmaya özenir, dışarıdayken de okulda olmayı özlerdi. Bir yere giderken dönüp eve gitmeyi, eve dönerken de başka bir yere gitmeyi geçirirdi aklından. Nerede olursa olsun o sırada başka bir yerde olmayı diler, dileği yerine gelince, bu sefer de, ne diye bunca zahmete girdiğini düşünüp hayıflanırdı."

Derken yine böyle bir günde Milo odasında üzerinde "Pek Çok Vakti Olan Milo İçin" yazan bir paket bulur. Şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra paketi açmaya karar verir.  Tariflere uyarak otoyol gişesini kurar ve oyuncak arabasına atlayıp parmağıyla haritada Sözcükkent'i seçer. Sonra da macerası başlar.

Yolculuğunun başladığı fantastik diyarda Milo sözcük ve kelimelerin satıldığı pazar yeri, madenden çıkarılan rakamlar gibi onu hayrete düşüren pek çok olayla karşılaşır. Haritada işaretlediği yer olan Sözcükkent'de işler yolunda gitmediği için oradaki soruna çözüm bulmak Milo'ya düşer. Tak ve Martaval Böceği, bu yolculuğunda ona arkadaşlık ederler. Geçtikleri diyarlarda onlara yardım edecek birilerine de rastlarlar. Milo, çözüme ulaşmak için akıl almaz şeyler yapar.

Hayalet Gişe Milo'nun Akıl Almaz Serüveni, sözcüklerin, cümlelerin, kendini ifade etmenin önemine değiniyor. Kelime oyunları ve felsefi denebilecek diyalogları ile ilgi çeken ve okumayı hak eden bir kitap.

Birleşik Amerikalı yazar Norton Juster'in 1961'de yayımlanan kitabı Hayalet Gişe'yi Jules Feiffer resimlemiş. YKY'den çıkan kitabı dilimize Yasemin Akbaş çevirmiş. Kitabın arka kapağında kitabın 11 yaş üstü çocuklar için uygun olduğu belirtiliyor.

Ebru Akkaş

7 Şubat 2014 Cuma

Ejderha Laneti Nasıl Bozulur

Her kahraman güçlü-kuvvetli, kavgacı-gürültücü olmak zorunda değil! Bu kahraman bir Viking olsa bile… Evet, bir Viking kabilesinin reisinin oğlu olan Hıçkıdık, bildiğimiz kahramanlar gibi değil. Hele hele yığınla saç sakalı, kısacık boynu, tonla kası ve boş bir beyni olan babası gibi tipik bir Viking asla değil. O, önüne çıkan sorunları aklıyla, sağduyusuyla ve şiddet olmadan çözmeye çalışan farklı türde bir savaşçı Viking.

Kıllı Holigan Reisi Kayıtsız Zebella’nın oğlu ve kitabın da başkahramanı olan Hıçkıdık, “kızıl saçlı, çok küçük ve son derece sıradan biridir. En yakın arkadaşı Balıkayak da “sırık fasulyesi gibi sıska, astımlı, şaşı bir oğlan”dır. Her ikisi de diğer küçük Vikingler gibi kayak kaymada, okla ve yayla avlanmada, nişancılıkta pek de başarılı değillerdir. Birlikte çıktıkları her Karkakan avında da Hıçkıdık bir tane bile kuş avlayamaz. O, için için, Karakafalı Karkakanlar’ın tarafını tutmaktadır. Avlanmaya çalışırlarken kana susamış ve gözü dönmüş bir Viking kabilesi olan İsterikler’i fark ederler. Hıçkıdık geldikleri yoldan sessizce geri kaymayı düşünürken bir süredir pek iyi görünmeyen, sürekli hapşırıp tıksıran Balıkayak bağırarak ağzına geleni söylemeye başlar. İsterikler bir an şaşkınlıktan donakalırlar, ama hemen toparlanıp Balıkayak’ı takip etmeye başlarlar. Bu durumdan nasıl kurtulacaklarını bilemeyen Hıçkıdık’ın, savaşçıların ilgisini kendi üzerine çekmek üzere attığı ok Nafilekafa Norbert’in poposuna isabet eder. Hıçkıdık tehlikeli ama başarılı bir planla İsterikler’in elinden kurtulmayı başarır. Ancak Nafilekafa Norbert onun peşini pek kolay bırakacağa benzemez.

Balıkayak’ın durumu giderek kötüleşmektedir. Hıçkıdık onu dedesi Buruşuk Moruk’a götürür. Holigan Kabilesi’nin bilgesi ve kâhini olan Buruşu Moruk, Balıkayak’ı muayene eder ve onun “Zehir Zengerek” sokması sonucu “zengeretit” kaptığını ve bunun ölümcül olduğunu söyler. Ancak ertesi sabah saat ona kadar panzehiri bulursa Balıkayak ölmekten kurtulacaktır. Panzehir ise Adı-Ağza-Alınmayacak-Sebze yani patatestir. Hayali bir sebze olan patatesin yine hayali bir ülke olan Amerika’da bulunması işleri pek kolaylaştırmaz. Ancak Buruşuk Moruk’un anlattığı hikâyeye göre bu hayali sebze Nafilekafa Norbert’in elindedir. Yerinden fırlayan Hıçkıdık bir an önce panzehiri bulmak üzere yola çıkar. Maceralarla dolu bu yolculuğunda ona soyguncu ve silahşor Kamikaze, sürücü kılıç-diş ejderha Tek Göz ve Hıçkıdık’ın evcil ejderhası Dişsiz eşlik edecektir. Hıçkıdık:    

O sırada bunu bilmiyordu, ama hayatının en korkunç, en tehlikeli ve tüyler ürpertici macerasına doğru ilk adımlarını atmaktaydı. Gerçekten de ciddi bir serüvene atılmaktaydı… onu dondurucu ve tehlikeli bir ortamda korkunç bir canavara doğru götürecek, zamana karşı öyle bir serüven ki, sonradan Donmuş Patates’i Arayış adıyla yıllarca saz şairlerinin dilinden düşmeyecek bir şarkı olacaktı.

“Korkunç Gıcık III. Hıçkıdık”ın yazdığı, Cressida Cowell’in “eski dilden çevirdiği” ve Mine Kazmaoğlu’nun “okunur hale getirdiği” Ejderha Laneti Nasıl Bozulur, Günışığı Kitaplığı tarafından yayımlanıyor. 8-12 yaş grubu için önerilen Hıçkıdık dizisinin diğer kitapları ise: Ejderhanı Nasıl Eğitirsin, Nasıl Korsan Olursun, Ejderhaca Nasıl Konuşursun.

Dileyenler, kitabı okuduktan sonra animasyon film olarak çekilen dizinin ilk kitabı Ejderhanı Nasıl Eğitirsin’i izleyebilirler.

Tülin Sadıkoğlu

5 Şubat 2014 Çarşamba

Merak Eden Susamuru

Merak Eden Susamuru, hayatı, hayatta kalmayı öğrenmeye çalışan Pat'ın hikâyesini anlatıyor. Yavru bir susamuru olan Pat’ın öğrenme süreci ise soru sormakla geçiyor. O kadar çok soru soruyor ki  “Ya doğru soruları sormuyorsun ya da cevabı dinlemiyorsun!” diye azarlanmaktan kurtulamıyor.

Hayatta kalmak için avlanması, barınması, yemek için avladıklarını fırsatçılara kaptırmaması, dostlarıyla paylaşması ve doğal düşmanları ile savaşması gibi onu olgunlaştıracak evrelerden geçiyor. Pat, tüm bunları kendinden birkaç yaş büyük arkadaşı Babi’den öğreniyor. Pat’ın merakı Babi’yi yorsa da sabırla onun merakını doyuracak yanıtlar vermeye çalışıyor.

Merak Eden Susamuru, yazar Jill Tomlinson’ın kaleme aldığı “Yavru Hayvanlar” dizisinin son kitabı. Yazarın daha önce bu diziden çıkan kitapları ise şöyle: Karanlıktan Korkan Baykuş, Evine Dönmek İsteyen Kedi, Hayatı Keşfetmek İsteyen Penguen, Karıncanın Ne Olduğunu Bilmeyen Karıncayiyen, Büyümek İsteyen Goril, Pes Etmeyen Tavuk.

Jill Tomlinson’ın yazmaya başlamasınınsa ilginç bir hikâyesi var.  Opera eğitimi alan Tomlinson, yaşadığı sağlık sorunları nedeni ile farklı bir alana yönelir ve gazetecilik eğitimi almaya başlar. Bu sırada gazetecilik değil de aslında çocuklar için bir şeyler yapmak istediğine karar verir ve yavru hayvan hikâyeleri yazmaya başlar.

Dizide yer alan hikâyelerin sıcaklığını yansıtan illüstrasyonlar ise Paul Howard'a ait. Hayykitap’ın yayımladığı diziyi Gökçe Ateş Aytuğ Türkçeleştirdi.

Ebru Akkaş

3 Şubat 2014 Pazartesi

İkizler Neyin Peşinde?

Tatil köyündeki ele avuca sığmaz, “kafası lüleler ve tuhaf fikirlerle dolu” olan Luise Palfy, yeni gelenler arasında kendisine tıpatıp benzeyen –aralarındaki tek fark yeni gelen kızın saçlarının örgülü olmasıdır – Lotte Körner’i görünce arkasını döner ve koşarak uzaklaşır. Hatta tatil köyünün yöneticisi Bayan Muthesius onlar kadar birbirlerine benzeyen iki kızın çok iyi arkadaş olacaklarını düşündüğünü söyleyince Luise yine kızgınlıkla odayı terk eder. Ona göre daha utangaç ve sakin yaradılışlı olan Lotte ise sesini çıkarmaz.

Luise çok öfkelenmiştir; Lotte’nin tatilini mahvettiğini düşünmektedir. Diğer çocuklar ve tatil köyü yöneticileri de şaşkındır. Akraba olmak bir yana aynı şehirden bile değildirler. Lotte, Münih’te annesiyle yaşamaktadır; Luise ise Viyana’da babasıyla…

Bayan Muthesius, iki kız arasındaki bu gerginliği gidermek için radikal bir çözüm bulur. Önce yemekte  yan yana oturtur. Herkes onlara hayretle bakmaktadır. Luise kendini daha fazla tutamaz ve Lotte’nin baldırkemiğine bir tekme atar. Lotte acıyla irkilir, ama yine sesini çıkarmaz. Bayan Muthesius, bununla da kalmaz, Luise ve Lotte’nin yan yana yataklarda yatacaklarını söyler. İki küçük kız birbirlerine arkalarını döner ve uyur gibi yaparlar; ama ikisinin de gözleri açıktır. Luise hâlâ öfkelidir. O sırada bir ağlama sesi duyar gibi olur; sanki biri ses çıkarmamaya, sesini bastırmaya çalışarak ağlamaktadır. Bu, Lotte’dir. Elleriyle ağzını sıkı sıkı kapatarak ağlamasını bastırmaya çalışmaktadır. Annesi vedalaşırken kızının çok güzel birkaç hafta geçirecek olmasından dolayı ne kadar mutlu olduğunu söylemiştir ona. Lotte çok ciddi bir kızdır ve annesi bunun kendi suçu olduğunu düşünmektedir. Mesleği gereği evde çok az zaman geçirmekte, eve yorgun argın gelmektedir. Annesine göre Lotte bu tatilde çok eğlenecektir. Oysa küçük kız şimdi yabancı bir yerde, kendisine benzediği için ondan nefret eden ve kötü kalpli olduğunu düşündüğü bir kızın yanındadır ve hiç de eğlenmemektedir. Lotte’nin kafasından tüm bunlar geçer ve hıçkırarak ağlarken birinin saçlarını okşadığını fark eder. Lotte de saçını okşayan Luise’in eline yavaşça dokunur. Aralarında bir ateşkes başlar ve bu derhal arkadaşlığa dönüşür. Artık birbirlerine tıpatıp benzemenin keyfini çıkarmaya başlarlar.

Kendilerinden, ailelerinden bahsederken Luise, Lotte’ye babasının ne zaman öldüğünü sorar. Lotte’nin bu konuda bildiği çok şey yoktur çünkü annesi babasından hiç söz etmez. Luise de annesinin fotoğrafının bir zamanlar babasının piyanosunun üstünde durduğunu, ama babası onu fotoğrafa bakarken görünce ortadan kaybolduğunu anlatır. İkisi de dokuz yaşındadır; bunda tuhaflık yoktur, ama her ikisi de aynı gün ve aynı yerde doğduklarını öğrenince şaşkınlıktan donakalırlar. Lotte, annesinin fotoğrafını Luise’e gösterince küçük kız fotoğrafı mutlulukla göğsüne bastırır ve fotoğraftakinin annesi olduğunu söyler. Lotte ve Luise ikiz kardeştirler; ama anne-babaları niye bunu onlardan saklamışlardır. İkisi de bunun haksızlık olduğunu düşünür.

İki küçük kız bir plan yaparlar. Luise, Lotte’nin yerine annesinin yanına; Lotte de Luise’in yerine babasının yanına gidecektir. Sonra neler mi olacak? Kitabı okuyun, göreceksiniz…

Hem çocuklar için hem büyükler için pek çok eser veren Alman yazar Erich Kästner’in yazdığı, Walter Trier’in resimlediği, Süheyla Kaya’nın dilimize kazandırdığı İkizler Neyin Peşinde?, Can Çocuk Yayınları’ndan çıkıyor.  10 yaş ve üstü okurlar için önerilen ve yurt dışında pek çok kez filme çekilen "İkizler Neyin Peşinde?" adlı roman ülkemizde de filmleştirildi.


Tülin Sadıkoğlu