Çocuk ve gençlik edebiyatına önemli ve değerli katkıları olan Sevgili Mustafa Delioğlu'nu atölyesinde ziyaret ettik ve bir söyleşi gerçekleştirdik.
İki bölüm halinde yayımlayacağımız söyleşimizde hem Mustafa Delioğlu'na hem de çocuk ve gençlik edebiyatımıza yakından bakacaksınız.
İllüstrasyonun ciddiyetini anlamalı çocuklar, diye
başlıyor anlatmaya Sevgili Mustafa Delioğlu…
EA-TS: Çocuklar
illüstrasyonu yetişkinlerden daha iyi anlıyor, algılıyor diyebilir miyiz?
Mustafa Delioğlu: Bu çok doğru. Çocuklar yetişkinlerden daha çok farkındalar. Ben hep –hepsinden değil, ama bazı yayıncılardan– şunu
duydum: “Sen hep çok ayrıntılı çalışıyorsun; resimler çok kalabalık, çocuklar
görmez bunları. Ben de diyorum ki siz görmüyorsunuz. Çocuklar görüyor. Ben iki
çocuk yetiştirdim; gördüklerini birebir biliyorum. Çocuklar ayrıntıları
seviyorlar. Ayrıntılara çok dikkat ediyorlar. Bakıyorlar. Tabii ki belli yaşlar
için daha yalın tanıtmak lazım. Örneğin okul öncesine...
O ayrı bir şey. Ama bir metnin görseliyse onu en güzel şekilde yapmalı. Gerekirse
sade olur, gerekirse ayrıntılı olur. Onun için çok doğru; çocuklar daha iyi
görüyorlar.
TS:
Yetişkinlerin algıları küçükken daha açık oluyor, büyüdükçe köreliyor…
EA.: Çünkü
şekillendiriliyor, kalıba sokuluyor…
Mustafa Delioğlu: Geçtiğimiz günlerde beni şaşırtan bir şey oldu. Bir okula gitmiştim;
hayvanlar çiziyorum… Bir taraftan sohbet ediyoruz, bir taraftan şunu çiz, bunu
çiz diyorlar. Peki, dedim, size bir sorum olacak. Bunu bilirseniz her
dediğinizi yapacağım. Bir kulak çizdim ve sordum, “Bu kimin kulağı?” “Zürafanıııın!”
dediler. Şaşırdım kaldım. Sadece kulağı çizdim, düşünün, çizgi bu, fotoğraf
değil; çizgi ve hepsi birden zürafa dedi. Gerçekten de zürafa kulağıydı ve bu
çocuklar biraz büyük çocuklardı ama ne olursa olsun onu görebildiler.
TS: Küçük
Prens’teki fil yutmuş yılan resmi gibi. Büyükler şapka olarak görüyor, ama
küçükler doğrusunu görüyorlar.
Mustafa Delioğlu: Evet. Çocuklarımız gerçekten müthişler.
EA-TS: Başa
dönecek olursak. Çocuk kitapları resimlemeye nasıl başladınız? Biyografinize
göre 1968’te illüstrasyon yapmaya başlamışsınız…
Mustafa Delioğlu: Profesyonel olarak, evet. Delikanlılığımda hayatımı kazanmak için neler
yapıyordum…tabelalar yazıyordum. Aslında çocukluğumdan beri, kendimi bildim bileli
sürekli çiziyorum. Çocukken, herkesin yaptığı gibi, ders kitaplarındaki, alfabelerdeki
resimleri kopya etmeye çalışıyordum. Ama onlar kadar güzel olmadığı için çok
üzülüyordum. Nasıl onlar kadar güzel yaparım acaba, diye düşünüyordum… Ama
hep bir şeyler yapıyordum. Treni görmeden yine fotoğraflardan, daha doğrusu
resimlerden, illüstrasyonlardan bakıp sürekli tren resmi yapmaya çalışıyordum.
Hâlâ zor yapıyorum tren resmi; çünkü çok teferruatlıdır, ayrıntılı şeyler
vardır. Onu hatırlıyorum, çok tren, lokomotif resmi yapmaya çalışıyordum. Ama
çok zor oluyordu, olmuyordu, üzülüyordum. Sürekli kâğıtları dolduruyordum. Bir
de çocukken her şeyi inceliyordum, her şeye bakıyordum. Hatta bu yüzden büyüklerimden
azar bile işitiyordum. Böceği yakalıyordum, sürekli onu inceliyordum, nasıl
yapıyor, nasıl gidiyor. Kuşların peşinden giderdim… Ayrıntıya çok dikkat
ediyordum, dikkatliydim. Tabii resim çizmek çok dikkat gerektiren bir şey. Ben
şimdi de bazı tavsiyelerde bulunduğum zaman, “Ressam röntgenci olmalı,” diyorum.
Her şeyi röntgenlemeli, kafasına kaydetmeli.
Bir de ben çok kitap
okuyordum, elime geçen her kitabı okuyordum. Çocukluğum Erzincan’da geçti.
Buradaki okulun, İstanbul’dan gönderilen kitaplardan oluşan küçük bir kitaplığı
vardı. O zamanlardan Pinokyo’yu hatırlıyorum. Galiba tam çeviriydi, kalın bir
kitaptı diye hatırlıyorum. Onu okuduktan sonra sanıyorum belki bir yıl ya da
daha fazla Pinokyo’yla beraber dolaştım. Sürekli yanımdaydı. Kitapları çok
seviyordum hatta benim de kitaplarım vardı. Nereden buldum hatırlamıyorum şimdi;
derme çatma tahtalardan küçük bir kitaplık yapmıştım kendime. Çok okuyunca
tabii, kafamın içinde bir şeyler beliriyor, ne yapmak lazım?.. Aile
Erzincan’dan İstanbul’a taşındı. Ben, İstanbul’da abimin evinde yaşıyorum. Bir yandan
da bir şeyler yapmam lazım, diye düşünüyorum. Böylece tabela yazmaya ve para
kazanmaya başladım. Sonra gravürleri yağlıboyaya çeviriyordum. Tahtaya,
tuvallere, neye buluyorsam onlara çeviriyordum ve Çiftehavuzlar’daki bir
camcının vitrinine koyuyordum. Ciddi şekilde satıyordu. Derken bana, Hayat Mecmuası’nın içindeki
röprodüksiyonları vermeye başladılar. Onlardan kopya yapmaya başladım. Hatta ünlü
İngiliz manzara ressamı vardır: Constable. Onun Değirmen isimli bir resmini kopya ettim. Hâlâ aklımdadır. İlk kopya
ettiğim resim oydu. Bunları kendim için kopya ediyordum ve sonra vitrine
koyuyorduk. Hatta birinden sipariş aldım ve ne kadar olduğunu hatırlamıyorum,
ama bana bir para ödediler. Keşke şimdi görsem diyorum; nasıl kopya ettim acaba,
çok da merak ediyorum… O zamanki görüşüme göre bayağı ciddi şekilde kopya
etmiştim ama doğru mu bilmiyorum.
Mustafa Bey, söyleşinin bu bölümünde biraz duraksıyor
ve gülerek:
Mustafa Delioğlu: Hayat hikâyemi anlatmayı çok seviyorum ben galiba. Herkese anlatıyorum…
EA-TS: Biz
de hiç kıpırdamadan dinliyoruz!
Mustafa Delioğlu: Şimdi elimdeki resimli roman bitsin kendi resimli romanımı yapacağım.
EA-TS: Güzel
bir tesadüf oldu; çünkü biz de size gelmeden önce, soracağımız soruları Mustafa
Bey resimle çizerek yanıtlasa ne güzel olur diye konuşmuştuk.
Mustafa Delioğlu: Anlatacağım, anlatacağım. Çok serüvenli, hoş şeyler çıkar diye tahmin
ediyorum. Ama resim mi yapacağım, illüstrasyon mu bilmiyorum. Neyse, zaman bol,
önümüzde yüz yıl var daha. Öyle ayarladım ben. Hep beraber tabii… Nerede
kalmıştık. Resimleri kopya etmeye devam ediyorum. Sonra birisi Çiftehavuzlar’a
geldi, dükkân açtı. Kopya resimler yapıp satalım, dedi. Beş-altı ay da orada
çalıştım. Ama yürütemedi…
EA-TS: Hayatınızı
resim yaparak kazanabiliyordunuz yani?
Mustafa Delioğlu: Çok değilse de kazanıyorum. Sanat çevresini tanıyan bir arkadaşım
vardı. Ne yapmak lazım bu resimlerle, diye ona sordum; çünkü bir taraftan da
resim yapıyorum. Çok da bilinçli değil bunlar… Kendi başıma yaptığım resimler,
kopyalar; ama tuvaller birikmeye başlamıştı. Bana, “Bir sergi açman lazım,” dedi.
Beyoğlu’nda Belediye’nin bir galerisi vardı; oraya gittim. İki katlı eski bir
Beyoğlu binası; küçük bir girişi var. “Sana burayı verelim; ama önce git
Belediye’ye 50 Lira öde,” dediler. Gittim, Belediye’ye 50 Lira ödedim. Topladım
resimlerimi, küçük girişe astım. İşte, sergi mi sergi! Kimi eleştiriyor, kimi
diyor ki Picasso’dan kopya çekmişsin. Kendi başıma yaptığım özgün resimler de
var; köy resimleri, tarla resimleri, ekin biçen köylüler, vs. Yeni Ortam diye
bir gazete vardı; benimle bir röportaj yaptılar, bir fotoğrafımı çektiler. Ben
de takım elbiseli, kravatlı gayet şıktım. Resmin önünde fotoğraf çektirmiştim;
fakat gazete kayboldu, yok şimdi. Kaybolması ne kötü bir şey... Orada çok insanlar, ressamlar tanıdım. Mesela
ünlü heykeltıraş Gürdal Uyar’ı tanıdım. Ressam Ali Demir vardı; akşamları
Beyoğlu’nda, bankaların vitrinlerindeki demirlere küçük resimler asıyordu. Oranj-sarı-kahverengi
resimler yapıyordu. Bunlar köy resimleri, bazen soyut resimler olurdu. Onları
çerçeveleyip yabancılara satıyordu. İşte o sergiden sonra ben ne yapayım, ne
edeyim derken, Ali Demir bana kendisi gibi yapmamı söyledi. “Sen de burada resimlerini
akşamları sergile, benim gibi,” dedi. Fakat o hızlı çalışıyor, ben hızlı
çalışamıyorum. Akşamdan yapıyor resimleri, ertesi gün gelip asıyor. Bir de ben
çok utangaç olduğum için onun gibi yapmam mümkün değil. Pratikte de olacak iş
değil. Dolayısıyla sabit bir gelirim yok. Ne yapmam lazım? Gene, daha önce
bahsettiğim arkadaşım beni tanıdığı bir reklam şirketine götürdü. Tepebaşı’ndaki
bu küçük reklam şirketinde bir şeyler yapmaya başladım. Fakat bir süre sonra şirketin
art direktörü bana, “Sana burada ekmek yok, ben seni bir yere götüreyim, orada
çalış. Onlara da bahsettim senden,” dedi. Ankara
Reklam diye bir yerdi; art direktörYüksel Ünsal’la görüştü ve o zamanlar 300-400 Lira gibi hiç de
fena olmayan bir maaşla çalışmaya başladım. Burada çizgi film background’u
yapıyordum. Bankaların çizgi filmlerini yapıyordu, Yüksel Ünsal. Yıl ’68. O
zaman bilgisayarlar yok; her hareket çiziliyordu, boyuyorduk. Biraz eziyetli
bir işti. Bu arada resim de yapıyorum tabii. Siparişler alıyorum,
röprodüksiyonlar yapıyorum. Derken askerlik dönemi geldi. Gittim askerliğimi
yaptım ve dönüşte gene ajansa geldim. Kitap sevdam da devam ediyor bu arada. Ne
yapmam lazım, benim kitap kapakları yapmam lazım. O zaman da güzel şeyler
yapılıyordu. Özgün işler vardı. Yanlış hatırlamıyorsam, Ayhan Erer mesela, tire
çalışıp suluboyayla boyuyordu. Çok hoşuma
gidiyordu. Dostoyevski’nin kitaplarını yapmıştı...
EA-TS: O
zamanlar kitap kapaklarını ressamlar mı yapıyordu?
Mustafa Delioğlu: Tabii. O zamanın kapaklarını ciddi ressamlar, illüstratörler yapıyordu.
Mesela Kerime Nadir kitaplarını resimleyen ciddi ressamlar vardı. Bir tanesi
Remzi idi; Cemal vardı… Bunlar film afişleri de yapıyorlardı. Ama ben Kerime
Nadir türünde kitaplar yapmak istemiyordum. Hep güzel kadın resimleri
yapılıyordu. Fotoğraf gibi resimler, kaymak gibi yüzler… Ben o şekilde
çalışamıyordum, çalışmam da. Cağaloğlu’nda Oluş
Yayınevi adında bir yayınevi vardı. Onlara iki kapak yaptım. Çok beğenildi.
Üçüncü kitabım, yanlış hatırlamıyorsam, Erdoğan Tokmakçıoğlu’nun “Hayvan
Masalları” idi. O da çok beğenildi. Dördüncüsü Ostrovski’nin “Fırtına
Çocukları” adlı kitabıydı. Kahverengi, sepya renklerde, ön tarafta yoğun
çalışma, arka tarafa doğru eriyen, çizgileşen bir resim yaptım. Bu felaket
beğenildi; isim yapmama neden oldu. Yıl ‘70’ler. Ciddi şekilde aranmaya başladım. Bu arada reklam
şirketinde de çalışıyorum hâlâ. Çok heyecanlıyım tabii. Ne yazık ki
orijinalleri yok. Orijinaller gitti. Kitaplar var… Ama orijinaller kaybolup
gitti. O zamanlar Cağaloğlu’nda pek önemsenmiyordu.
EA-TS: Belki
kıymet bilen birilerinin elindedir…
Mustafa Delioğlu: Umarım öyledir. Mesela Konuk Yayınları’na çalışıyordum. Sol yayınlar
yapıyorlar. Onlara da herhalde 60-70 kapak yapmışımdır ve orada da güzel
illüstrasyonlar vardı. Onlar eminim ki değerlendi; çünkü yayınevi sahibi
diyordu ki, “Birisi çok beğendi, ona verdim orijinali.” Demek ki beğenen birine
gitmiş, ne güzel.
Artık sürekli kitap kapağı
yapıyorum. Cağaloğlu’na tamamen adım atmış durumdayım, ama reklam şirketinde
çalışmaya devam ediyorum. Maaşım kesilirse geçinebilir miyim, diye düşünüyorum
ama bir taraftan da sürekli siparişler geliyor. Böylece Cağaloğlu’nda bir
atölye açmaya karar verdim. Yıl 1974-75 olsa gerek. İllüstrasyon yetmezse
matbaalara da grafik işleri yaparım, o şekilde idare ederiz, diye düşündüm.
Korka korka geldim Cağaloğlu’na, açtım atölyeyi. E Yayınları’nın sahibi Cengiz
Tuncer’e de kapak yapmaya başladım. Hatta ona, “Şimdi ben geleceğim buraya,
nasıl olacak, geçinebilir miyim Cengiz Abi?” diye sordum. O arada evlendim, aile
sahibi de olduk, onu da geçindirmek lazım. Cengiz Tuncer, “Yüzme nasıl
öğrenilir?” dedi. “İtersin çocuğu denize, ya boğulur ya yüzmeyi öğrenir.
Genelde yüzmeyi öğrenir,” dedi. “Senin vaziyetin de o olacak,” diye de ekledi. “Eh
peki, boğulmayız herhalde,” dedim.
EA-TS: Resim
yapmayı asla bırakmıyorsunuz bu arada …
Mustafa Delioğlu: Hayır, olur mu! Resim yapıyorum, kafamda hep bir sergi açma düşüncesi
var. Ama illüstrasyonu da çok seviyorum. Hâlâ öyle… Bunu derken şunu kast etmiyorum:
Resim yapıp sergi açarsam, resimlerimi satarsam illüstrasyon yapmam. Öyle bir
şey olamaz; çünkü illüstrasyonun yeri o kadar ayrı ki. İllüstrasyon bir kere
çok yere, çok insana ulaşıyor. İllüstrasyonu yapıyorsun, kitap basılıyor,
binlerce insan görüyor. Müthiş keyif alıyorum, müthiş zevk alıyorum. Beni her
şekilde tatmin ediyor. Resimle illüstrasyonu başa baş götürüyorum, hep de öyle
olacak.
EA-TS: Cağaloğlu’nda
atölyenizi açtınız ve kitap kapakları resimlemeye başladınız.
Mustafa Delioğlu: Evet, o dönem test dergileri çıktı. Bilgi
Başarı’nın test kitapları vardı. Bunlar için çizmek de keyifliydi. Derken
Erdal Öz, Cem Yayınları’ndaki "Arkadaş Kitapları" dizisini kurdu ve bir gün beni
çağırdı, tanıştık. İsmini duyuyordum, ama o zamana kadar tanışmamıştık. “Tam
senin kalemine göre bir iş var,” dedi. Hep öyle derdi; metni verdiğinde, “Tam
senin kalemine göre, çok keyif alacaksın.” Truman Capote’nin “Para Dolu
Damacana” diye bir hikâyesiydi. Nefis bir hikâye… Keşke yeniden yayımlansa da
tekrar resimlesek. Erdal Öz’e yaptığım kapağı götürdüm; çok beğendi, bir kitap
daha verdi. O zamana kadar çocuk kitabı resimlemiyordum. Yalnızca, Erdoğan
Tokmakçıoğlu’nun kitabının kapağını yapmıştım. Zaten çocuk kitaplarının ciddi
şekilde yayımlanması Erdal Abi ile, Arkadaş Kitaplar ile başladı. Ondan önce
hiçbir yayınevinde doğru dürüst bir şey yoktu. Derken çocuk kitabı furyası
başladı Cağaloğlu’nda. ‘76’lar, ‘77’lerdeyiz. 12 Eylül’e doğru sayısız solcu
yazar çıktı ve yazdıkları, bazı çocuk kitaplarının içeriği olacak iş değil.
Mesela, bir metin geldi önüme; çocuklar fabrikayı basıp makineleri ele
geçiriyorlar, kendileri çalıştırmaya başlıyor. Böyle trajikomik şeyler de
yapılmaya başlandı. Tabii bu arada ben, dediğim gibi, matbaalara grafik işleri
yapıyorum ama grafik işleri biraz titizlik isteyen yani hassasiyet isteyen işler.
Bugünkü gibi bilgisayar yok, yazılar bilgisayarda dizilsin... Satırları
yapıştırarak metni oluşturuyorduk. Gönyeyi koyacaksın, cetveli koyacaksın;
bunlar çok zor geliyordu bana. Tamamen illüstrasyondan hayatımı kazanma
düşüncesi, isteği de vardı. Aslında, hayali vardı desek daha doğru olur. Grafik
işlerini bırakıp tamamen illüstrasyona yöneldim. O sırada Oda Yayınları çıktı; tüm kapaklarını bana yaptırıyordu. Sonra Erdal
Abi, Can Yayınları’nı kurdu; onunla çalışmaya devam ettim. Başka pek çok
yayıneviyle çalışmaya başladım. İşler çok yoğundu.
EA-TS: Şu
anda bulunduğunuz atölyeye 1980 yılında mı geldiniz?
Mustafa Delioğlu: Evet. 80’li yıllar boyunca hiç durmaksızın çocuk kitapları resimlemeye
başladım. Artık yalnızca kapak değil, hem kapak hem iç resimler yapıyordum. Bu
arada resimler de birikiyor. Bir dizi güvercin resmi yapmıştım. Hadi, dedik,
bir sergi açalım. Yıl da ’93 olsa gerek.
EA-TS: 80’li
yıllarda, Erdal Bey’in de Arkadaş Kitapları kurmasıyla, çocuk kitapları furyası
başladığını söylediniz. Bu furya devam etti mi?
Mustafa Delioğlu: Devam etti.
EA-TS: Bu furyayı nasıl
değerlendiriyorsunuz? Biraz önce örneğini verdiğiniz kitapların yanı sıra
nitelikli kitaplar da vardı mutlaka. O dönemin çocuk kitapları nasıldı? Çeviri
kitaplar mı ağırlıktaydı, telif kitaplar mı?
Mustafa Delioğlu: Telif kitaplar daha fazlaydı sanıyorum. Çok iyi yazarlar çıktı, çok iyi
kitaplar çıktı.
EA-TS: Mutlaka.
Erdal Öz, bir söyleşisinde, o dönemde yetişkinler için yazan yazarlara çocuk
kitapları yazdırdığını anlatmıştı mesela.
Mustafa Delioğlu: Evet, ben de tam onu söyleyecektim. Büyük yazarlar çocuklar için de
yazdılar. Yaşar Kemal örneğin… Tüm isimleri hatırlamıyorum, ama çok güzel
kitaplar çıktı. Arkadaş Kitaplar'dan,
bir de Gözlem Yayınları’ndan nitelikli
kitaplar çıkıyordu. Behrengi’ler ilk defa Gözlem’den
çıktı. Güzel kitapların çıkması bir yana güzel kitap kapakları da yapılıyordu.
Mesela, Sait Maden üstat işi kapaklar yapardı. Aziz Nesin’in kitaplarının
kapaklarını Erkal Yavi yapıyordu. Özenli kitaplar çıkıyordu… Şimdi görüyoruz, grafikerler
yapılmış işlerin orasından kesiyor, burasından kesiyor, kapak yapıyor. Grafik
olarak güzel işler ama nereye varacak bunun sonu? Bu duruma pek iyi bakmıyorum
ben. Özgün işler çıkmıyor. Elbette bu yoğunluk içerisinde yayınevleri
illüstratörle kolay çalışamaz; yani illüstratörler iş yetiştiremezler. Mesela;
Erdal Abi bir ara romanların kapaklarını bana yaptırtmaya kalktı, fakat
yetiştiremiyordum. Roman kapağı yapmak için kitabı okumak lazım; bu bir zaman
alıyor, okuduktan sonra ana espriyi bulmak lazım. Çok zaman alan bir şeydi… Ama
şimdi hazırdan, metne uyan bir illüstrasyon konuluyor. İllüstrasyonu hazır
veren ajanslar da çıktı. Yayınevleri de haklı, ama gittikçe illüstratöre ihtiyaç
duyulumayan bir durum çıktı ortaya. Bir grafiker her şeyi hallediyor. Bu tabii
yetişkin kitapları için geçerli.
EA-TS: 80’lerdeki
çocuk kitapları furyasına dönecek olursak …
Mustafa Delioğlu: O zaman biraz da yayıncılara eleştirel bir gözle bakalım. Söz konusu
yıllarda birkaç entelektüel yayınevi var idi. Ama tezgâhtan gelme yayıncılar
daha çoktu Cağaloğlu’nda. Okulda okuduğunun dışında kitap okumamış insanlar
yayıncılık yapmaya başlamışlardı. Örneğin; vaktiyle bir kitabevinde
tezgâhtarlık yapmış olanlar, bu işte çok para varmış deyip, bir fırsatını bulup
yayınevi kurdular. Bunlar çoğunluktaydı. Estetikmiş, illüstrasyonmuş,
sanatçıymış önemsemiyorlardı. Kitaplara, “allı mı, pullu mu, o zaman tamam,”
gözüyle bakıyorlar. Bunlar da başladılar çocuk kitapları yapmaya; ama bence en
büyük ihanet ve aymazlık “yaaa, nasıl olsa gider bu” deyip son derece kötü
kapaklarla, kötü iç resimlerle –bugün de var onlar – kitapların çıkmaya başlamasıydı.
Her yayınevi çocuk kitabı yayımlamaya başladı. Onlarla çalışmak zorunda kaldım
ve bundan dolayı çok mutsuz oldum. Erdal Abi o arada Beyoğlu’na taşınmıştı,
çocuk kitaplarını azaltmıştı. Hatta bana da kızdı bir ara, “Sen sağcı bir
yayınevine kitap yaptın, onun için kızgınım ben sana,” dedi. Samiye Hanım gelene kadar bana küs kaldı.
Samiye Hanım çocuk kitaplarının başına geçtiğinde beni aradı, görüşelim, dedi.
Hatta ilk görüşmeye gittiğimde “Sen pahalı çalışıyorsun, çok söylersin şimdi,”
dedi. Şakalaşırdık böyle. Ben Erdal Abi’yi çok severdim, o da beni çok severdi.
Onu özlüyoruz…
Şöyle şeyler yapılıyordu
mesela: Robinson Crusoe’nun kapağını yaptırmış bir yayınevi, bana da
gösterdiler. Bir baktım, Robinson Crusoe’ya bluejean giydirilmiş, hatta arkasına
da markası yazılmış. Çok hassas çalışılmış, fotoğraf gibi yapılmış. Çizenin
kabahati yok, bilmiyor ki. Kabahati yok derken… İllüstratör olmak için kitap
okumak lazım. Kitap okumazsan illüstratör olamazsın. Gerçi kitap okumazsan adam
olamazsın ya... Bu kitaba bu pantolon olmaz, dedim. Böyle komik şeyler de
vardı. Bu bahsettiğim yayıncılarla yıllarca çalıştım. Birlikte çalıştık, o yüzden
saygı duyuyorum elbette, ama bir an önce kurtulmak için de fırsat kolluyordum.
Rahatsızdım çünkü anlamıyorlardı beni. Anlamayınca rahat çalışamıyorsun. Elimden
geldiğince tarzımı korumaya çalışıyorum, fakat çok da özgür hissetmiyorum
kendimi. Anlamıyor, çok renkli olsun diyor; renkli de olabilir, az renkli de
olabilir diyorum. Cicili bicili olsun diyor. Her taraf cicili bicili zaten!
Bugün de fuarlarda bakıyorsun, bütün kitaplar cicili bicili. Cicili bicilikten
insan resmi göremiyor… Her taraf renkli. Yine de güzel illüstrasyonlar, güzel
kitaplar çıktı çalıştığım bu yayınevlerinden. Mesela Nasreddin Hoca’yı
yapmıştım, güzel bir kitaptı. Maalesef onun orijinalleri de yok. Zaten şöyle
bir tutumları vardı orijinalleri geri istediğinde: “Yahu parasını verdim, ne
orijinali.” Değerlendirebilseler, hadi neyse. Şimdi çöpe gitmiştir hepsi.
Kıymetini bilmiyorlar ki...
Cağaloğlu’ndaki yayıncıların
yüzde ellisine iş yapmışımdır. İyi ki de öyle oldu.
80’ler, 90’lar derken geldik
buraya. Bu arada 2000’i bulmuştur resimlediğim çocuk kitapları. Belki de daha
fazla. Kapaklarla beraber 3000 olabilir.
EA-TS: İlk
resim serginizi ne zaman açtınız?
Birinci Bölümün Sonu...
Harika bir söyleşi.... Mustafa Delioğlu'nun hayatı bu kadar derinlikli ele alınmamış, hiç yazılmamıştı. Yazılmış da ben mi görmemiştim bilemem ama, bu söyleyi için kitap aşığı iki genç idealist arkadaş Ebru ve Tülin'e çok teşekkürler...
YanıtlaSilDevamını bekliyorum heyecanla...
Sevgiler,
Aytül Akal
Emeği geçenlere teşekkürler, devamını ben de bekliyorum heyecanla..
YanıtlaSilHarika olmus. Devamini sabirsizlikla bekliyorum. Resimlerinin ve illustrasyonlarinin buyuk bir hayrani olarak sayin Mustafa Deligolu'nun hayatini hep merak ederdim. Bu soylesi sayesinde hem hayatini hem de Turkiye'deki cocuk kitaplarinin hikayesini ogrenme sansim oldu. Cok tesekkurler!
YanıtlaSil