30 Mayıs 2014 Cuma

Gündelik Eşyalarla Deneyler

Deney yapmak için illâki havaya uçuracak bir laboratuvara gerek yok. Bilimsel bir gerçeği evde kendi kendinize de ispatlayabilirsiniz. Birleşik Amerikalı yazar Muriel Mandell’in Gündelik Eşyalarla Basit Fen Deneyleri ve Gündelik Eşyalarla Basit Hava Deneyleri kitapları evde deney yapmaya olanak sağlıyor.

Gündelik Eşyalarla Basit Hava Deneyleri ve Gündelik Eşyalarla Basit Fen Deneyleri öğretici olduğu kadar da eğlenceli iki kitap.

Deneyler evde bulunan malzemeler ile gerçekleştirilebilecek kolaylıkta. Her deneyin bir yönergesi var. Deney için hangi malzemeler gerekli, deney nasıl yapılacak ve sonucu ne olacak bunların hepsi bu yönergede yer alıyor. Bu yönerge dikkatle izlendiğinde çocuklar hem bilimsel bir gerçeği öğreniyor hem de el becerilerini geliştiriyor. 

Kitaptaki deneyler bölüm başlıklarına ayrılmış. İsteyen istediği deneyi seçmekte serbest. Yalnız yazarın bu konuda ufak da olsa bir önerisi var; her bölümden birkaç deney yapmaktansa bir bölümdeki deneyleri sırası ile yapmanın daha faydalı olduğunu söylüyor. Yine de seçim sizin...

Deneyler evde yapılacak kadar kolaysa da yine de dikkatli olmakta fayda var. Olası sakarlıklar göz önüne alınırsa; su deneylerini etrafı ıslatmayacak şekilde örneğin küvet ya da lavaboda yapmakta, fayda var. Isı gerektiren deneylerde ise bir büyüğün eşliği şart.

Kitabın yazarı Muriel Mandell bir eğitimci. Mandell, çocukların eğitiminden sorumlu öğretmenleri yetiştiriyor.Yazdığı kitaplar bazı okullarda yardımcı ders kitabı olarak okutuluyor. Petek Demir’in Türkçeye çevirdiği, Altın Kitaplar'ın yayımladığı kitaplar 8 yaş ve üzeri çocuklara hitap ediyor.

Ebru Akkaş

29 Mayıs 2014 Perşembe

Üç Soru

İyi bir insan olmak isteyen Nikolay bunu nasıl yapacağını her zaman bilemez. Üç önemli, felsefi sorusu vardır: “Neyi ne zaman yapmak uygundur?”, “En önemli kişi kimdir?”, “Yapılacak doğru şey hangisidir?” Bu üç soruya yanıt bulabilirse nasıl davranması gerektiğini her zaman bileceğine inanır.

Nikolay’ın arkadaşları balıkçıl Sonya, maymun Gogol ve köpek Puşkin bu sorulara çeşitli yanıtlar verirler. Ancak yanıtları kendi ihtiyaçlarına uygundur. Nikolay uzun uzun düşündükten sonra bilge kaplumbağa Leo’ya danışmaya karar verir.

Yaşlı kaplumbağa Leo’yu bahçesini kazarken bulan Nikolay ona sorularını hemen sorar. Ancak Leo gülümsemekle yetinir ve bahçesini kazmaya devam eder. Ona yardım etmeyi teklif eden Nikolay tüm bahçeyi kazar. Kazmayı bitirir bitirmez sert bir rüzgârla birlikte yağmur yağmaya başlar. Kaplumbağayla kulübeye doğru giderlerken çığlıklar duyarlar. Çığlıkların geldiği yere doğru koşan Nikolay devrilen ağaç nedeniyle bacağı yaralanan bir pandayla karşılaşır. Onu da alıp Leo’nun kulübesine giderler. Kendine gelen pandanın ilk sorduğu yavrusunun nerede olduğudur. Bunun üzerine Nikolay hemen dışarı fırlar, yağan yağmura rağmen yavruyu aramaya başlar ve sonunda da bulur, annesine getirir. Yaptıklarından memnundur Nikolay, ama sorularına hâlâ yanıt bulamamış olmanın sıkıntısını yaşar. Kaplumbağa Leo’ya göre ise oğlanın soruları yanıtlanmıştır.

Zen konusunda çalışmalar da yapan Amerikalı yazar ve illüstratör Jon J. Muth’un, büyük Rus yazar Tolstoy’un aynı adlı öyküsünden yola çıkarak yazdığı ve resimlediği, Pınar Savaş’ın Türkçeye çevirdiği “Üç Soru” başlıklı resimli öykü kitabı Butik Yayıncılık’tan yayımlanıyor.


Tülin Sadıkoğlu

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Bitmeyecek Öykü

1979 yılında yayımlanan ve sinemaya da uyarlanan Bitmeyecek Öykü Alman yazar Michael Ende’nin en bilinen kitaplarından biri.
 
Michael Ende’nin insanın defalarca okumak istediği Bitmeyecek Öykü’sünün kahramanı Bastian Balthasar Bux ise içine kapanık, yalnız biraz da tutukluğu ile alıştıklarımızdan farklı bir kahraman. Bu yönleri ile uğraşılacak çocuk izlenimi veren Bastian okulda da arkadaşlarının zalimliğine maruz kalır.
 
Okulu kırdığı bir gün sinemaya ya da oyun oynamaya gitmek yerine sahaf dükkânından aşırdığı kitabı okulun çatı katında okumayı tercih eden bir yapıya sahip olan Bastian, kendini kitaba kaptırır. Kitap onu o kadar sürükler ki kitabın kahramanlarından birine dönüştüğünü fark etmesi bile zaman alır. Fantazya diyarına doğru sıra dışı bir yolculuk yapar.
 
Hiçliğin yok etmeye çalıştığı ve kimsenin bunu önleyeme gücünün yetmediği Fantazya’da, Bastian ile yaşıt Atreyu, bu tehlike ile savaşmayı göze alır. Atreyu’nun arayışları sürerken ona eşlik eden dostları da olur. Onlarla birlikte mücadelelerini sürdürürler.
 
Maceralar sona erdiğinde Bastian Balthasar Bux da kendi içsel yolculuğunu tamamlar. Hayata daha farklı bakmaya başlamıştır artık.

Fantazya’daki yolculuğu boyunca Bastian’ın yaşadıklarını okurken insan gerçekten kitap hiç bitmesin istiyor.
 
Saadet Özkal'ın Türkçeleştirdiği kitap Kabalcı Yayınevi tarafından yayımlandı. Kitap genç ve fantastik edebiyat seven herkese hitap ediyor. 

Ebru Akkaş

23 Mayıs 2014 Cuma

Pullar Savaşı

Pullar! Günümüzde çocuklar “pul”un ne olduğunu biliyor mu, merak ettim ve etrafımdaki çocuklara sordum. Kelime olarak onlara bir şeyler çağrıştırsa da hayatlarında hiç mektup yazmamış, postaneye gitmemiş bu çocuklar ellerine bir pul almış değillerdi. Eğlenceli, bilgilendirici bir öykü okumanın yanı sıra belki tam da bu nedenle çocuklar kitabı okumalı diye düşündüm. Tek neden pulun ne olduğunu öğrenmek değil elbette. Bunun yanı sıra sabırla, sevgiyle, hatta şefkatle herhangi bir şeyin koleksiyonunu yapmanın ne demek olduğunu da görmüş, hatırlamış olacaklar. Tabii öykünün içinde geçen onlarca tarihi ismin de öyküyü çok ilginç bir hale getirdiğini de atlamamalıyız.

Kitabın konusuna gelecek olursak... Cem, babası gibi pul koleksiyonu yapmaktadır. Tam dört yüz on sekiz pulu vardır. Pullarına canlı yaratıklarmış gibi bakar, onlarla dakikalarca konuşur. Cem hiç de yanılmıyordur. Pullar canlıdır ve ana dilleri Pulcanın yanı sıra ait oldukları ülkenin dilini konuşurlar, hareket edebilirler.

Bir gün doktor olan Cem’in babası yakın bir arkadaşı hastalanınca aceleyle evden çıkar. O kadar aceleyle çıkmıştır ki pul defterini dolaba kaldırmayı unutur. İşte o gece Cem’in pulları diğer pulları ziyaret etmeye karar verir. Kurayla aralarından dört pul seçilir ve böylece pullar yola koyulur. Bu arada Cem’in babasının pul defterinde bir güzellik yarışması yüzünden tartışma çıkmıştır. Üzerinde Alman askerleri olan pul, seçime müdahale etmiş ve kendi adaylarının seçilmesini istemiştir. Amerikan pulu da güçlü olduğu için Tank’ın seçilmesini doğru bulur. Diğer pullar itiraz eder, ama Tank seçilir. Cem’in defterinden gelen konuklar yarışmaya biraz ara verilmesine neden olur. Devam etmeye kalktıklarında Tank, Hitler’i birinci seçtiklerini ilan eder. İşte, ondan sonra savaş başlar…  

Ülkü Tamer’in yıllar önce yayımlanan ve ülkemiz çocuk edebiyatının klasiklerinden biri olarak görülen Pullar Savaşı, Can Çocuk Yayınları’ndan kısa bir süre önce çıktı. Kitaptaki resimler Gözde Bitir’e ait.

Ülkü Tamer, Türk şiir tarihinde önemli bir yere sahip olmasının yanı sıra çocuklar için de pek çok şey yapmıştır. Şair Haydar Ergülen’in ifadesiyle, Ülkü Tamer’in “yaptığı her iş, hayatı dahil, çocukluğunu doyasıya yaşamak ve sürdürmek içindir.” Çocuksu yanını hiç kaybetmemiştir Ülkü Tamer... Şairliğinin, çevirmenliğinin yanı sıra aktörlük ve Milliyet Çocuk, Milliyet Sanat Olayı dergilerinin, Milliyet Yayınları’nın genel yayın yönetmenliğini de yapmıştır.

Tülin Sadıkoğlu

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Can Arkadaş

Fikret Otyam'ı tanımlamak için sadece yazar ve ressam olduğunu değil fotoğrafçılık ve gazetecilik yaptığını da söylemek gerekir. On parmağında on marifet olan Otyam'ın ilk kez 1976 yılında yayımlanan bir çocuk kitabı da var: Can Arkadaşım.

Otyam otobiyografik diyebileceğimiz öyküsünü Fertek adlı köpekleri, onun yavrusu Lortop ve kurt köpeği Tek üzerinden anlatmaya başlıyor.

Fikret Otyam, çocukluğunun geçtiği yerleri "başı boz dumanlı dağların eteğinde bir kasaba" olarak tanımlarken çocukluğunun olmazsa olmazını da şöyle dile getiriyor: "Köpeği olmayan çocuk yok aramızda."

Otyam'ın ilk göz ağrısı Fertek; o kadar çok yavrusu var ki bu Fertek'in bir gün babaları dayanamayıp Lortop dışında tüm yavruları dağıtıp Fertek'i de uzak bir yere göndermeye karar veriyor. Lortop, fotoğraf çektirmeyi seven bir köpek olarak kalıyor Otyam'ın aklında.
Otyam'ın kitabında sadece hayvanlarla olan ilişkisini değil sosyal durumları, hakkını korumak kadar başkalarının emeğine saygılı olmak gibi hiçbir zaman güncelliğini kaybetmeyen konulara değiniyor.

Çocukça bir merak, heyecan da görüyoruz Fikret Otyam’ın metninde. Hele ilk kez uçak gördüğü zaman başka hiçbir şey düşünemez hale gelmesini ifade ettiği bölümler yazarın duygularını daha güzel hissettiriyor okuyucuya.

Can Arkadaş, fotoğraf ve resimlerle bezeli bir kitap. Resimler elbette yazarın kendi elinden çıkma. İş Bankası Kültür Yayınları'nda ikinci baskısı yapılan Can Arkadaş, 10 yaş üstü çocuklar ve sanatçıyı merak eden herkese göre bir kitap. 

Ebru Akkaş

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Dehşete düşüren, düşündürten, sıradışı bir gençlik romanı: Ağaçtaki

Yaz tatili dönüşü, okulun ilk günü, 7A sınıfında kimsenin beklemediği bir şey olur. Öğrencilerden biri olan Pierre Anthon ayağa kalkar ve “Hiçbir şeyin anlamı yok,” der. “Zaten epeydir biliyordum bunu. Ama şimdi fark ediyorum ki, bir şey yapmanın da anlamı yok.” Böyle der Pierre Anthon, sonra sakince eğilir, biraz önce masasının üstüne çıkardıklarını toplayıp çantasına koyar, başını sallayarak veda eder ve sınıftan çıkıp gider. Tüm sınıfta rahatsız edici bir sessizlik olur.

Bununla kalmaz… Pierre Anthon’un babasıyla birlikte oturdukları evin bahçesinde bir erik ağacı vardır ve o da bu ağaca çıkıp, gelip geçene erik fırlatırken bir yandan da hiçbir şeyin önemi olmadığını ve benzeri şeyler söylemeye devam eder. Çocuklar onun söylediklerinden rahatsız olur. Hiçbiri onun anlattığı bir dünyada yaşamak istememektedir. Bu nedenle onu erik ağacından indirmeleri gerektiğine karar verirler. Bunu başarmak üzere girişimlerde bulunurlar, ama hiçbiri işe yaramaz. Pierre Anthon hiçbir şeyin önemli olmadığını söylemeyi sürdürür.

Birkaç gün sonra çocuklar toplanıp başka çareler düşünürler; hiçbiri iyi değildir. Tam dağılacakken, Sofie bir öneride bulunur: Pierre Anthon’a anlam ifade eden bir şeyler bulunduğunu kanıtlayacaklardır. Ve her şey böyle başlar…

Yıkık dökük, kimsenin uğramadığı bir hızarhaneyi kendilerine toplanma yeri olarak seçerler ve birkaç gün içinde anlam ifade edebileceğini düşündükleri şeylerden bir yığın oluştururlar. Ancak bunlar onlar için gerçekten bir anlam taşımamaktadır. Bunun üzerine herkes birer birer kendileri için önemli olan bir şey getirmeye başlar. Anlamlı olan bir şey getiren herkes bir sonrakinin ne getireceğini söylemektedir. Dennis tekrar tekrar okuduğu bir kitap serisini, Sebastian çok sevdiği oltasını, Richard taptığı kara topunu, Laura Afrika’dan aldığı ve sürekli taktığı papağanlı küpesini, Agnes bütün yaz annesini ikna etmeye uğraşarak aldırdığı yeşil sandaletleri getirir… “İşte o zaman anlamda değişiklikler oluşmaya,” başlar.

Agnes, yeşil sandaletlerinin öcünü almak üzere Gerda’nın zayıf noktasını bulmaya çalışır ve bulur da: Küçük bir hamster olan Oskarcık’ını getirecektir Gerda. Anlam yığınına bir günlük, çocuklardan birinin evlatlık belgesi, Elise’nin ölen kardeşi (mezardan çıkarıp yığına koyacaklardır), Müslüman bir çocuğun seccadesi, Sofie’nin bekâreti, bir köpeğin başı (kesilerek), gitar çalan bir çocuğun sağ işaret parmağı…eklenir. Şiddeti giderek artan bu anlam oluşturma çabası çocukları da yavaş yavaş değiştirmektedir.

Bütün bu olaylar nasıl bağlanacak, diye merak ediyorsanız şunu söyleyebilirim ki bundan sonrasında olanlar da sizi çok şaşırtacak ve ürpertecek.

Kitabı okumaya başladığımda böylesine bir şiddet beklemiyordum. Doğrusu çocukların Pierre Anthon’a bir şekilde “bir anlam olduğunu” göstermeyi başaracaklarını düşünmüştüm. Ama öyle olmayacağını hemen anlıyorsunuz. Gerçekten de “kan dondurucu” bir kitap. Ancak etrafımızda, ülkemizde, dünyada yaşananları, gerçek hayattaki şiddeti düşününce aynı şekilde kanımın donduğunu fark ettim. Bu şiddetin çocuklar, gençler üzerindeki etkisini düşünmeye başladım. Ve böylesi bir dünyada genç bireyler olan çocuklarımızı dinlemenin, onların neler düşündüğünü öğrenmenin önemini bir kez daha anladım. Hızla akan yaşamlarımızda çocukların maddi ihtiyaçlarının yanı sıra manevi ihtiyaçlarını ve gelişimlerini de gözetmemiz gerektiğinin önemini bir kez daha kavradım. Sonuçta, Agnes’in dediği gibi “anlam öyle şakaya gelebilecek bir şey değil.”

Benim için kitabın en çarpıcı bölümlerinden biri, çocukların oluşturduğu bu “korkunç” anlam yığını ortaya çıkıp da öğretmenlerinin onları azarlayıp niye böyle bir şey yaptıklarını sorduğu zaman Sofie’nin verdiği yanıttı: “‘Anlam…’ Kendini onaylarcasına başını salladı. ‘Bize anlam ifade eden hiçbir şey öğretmediğiniz için, gidip kendimiz bulduk onu.”

Danimarkalı yazar Janne Teller’in genç okurlar için yazdığı, Abdülgani Çıtırıkkaya'nın Türkçeleştirdiği Ağaçtaki adlı roman ON8 Kitap’tan yayımlandı.
Tülin Sadıkoğlu  

15 Mayıs 2014 Perşembe

Olmayan Ülke

Ahmet Ümit, bundan yıllar yıllar önce annesinden dinlediği masalları 1995 yılında yayımlanan Masal İçinde Masal kitabında bize aktarmıştı. Annesinin bir masalcıdan dinlediği şapkacının, müezzinin, demircinin, kuyumcunun ve köradamın masalarını, unutulur korkusuyla anlatmıştı. Ahmet Ümit, bu anlatıcılığını masal tanımlarında geçen tüm öğeleri bünyesinde barındıran bir masalla sürdürüyor: Olmayan Ülke.

“Olmayan Ülke”, çocukları Türkiye’nin sevilen yazarları ile tanıştırmayı hedefleyen Usta Kalemlerden Masallar dizisi kitaplarından biri olarak yayımlandı.

“Olmayan Ülke” masalının kahramanlarının yersiz yurtsuz, adı sanı bilinmeyen kahramanlar olduğunu söyleyemeyiz. Evvel zaman içinde yaşayan bu kahramanlardan biri Akıl Ülkesi’nin prensesi diğeri ise Hayal Ülkesi’nin prensidir. Kader bu ya bu iki ülke de birbirleriyle sürekli savaşmaktadır. Masal bu ya prensle prensesimiz birbirine âşık olurlar. İnsanların kurduğu Akıl Ülkesinin prensesi olan Su Hanım, masal prenseslerinin ortak yazgısını sahip olacaktır.

Sevdiğine kavuşması için önünde aşması gereken büyük mü büyük engelleri vardır. Çünkü o büyücüler ülkesinin prensi Rüzgâr’a âşık olmuştur. Su Hanım, ödenecek bedele baştan razıdır. Kim bilir belki de bu ayrılıktan kendisi sorumludur. Hem kabullenir hem de sabreder. Rüzgâr ise aklı ve doğaüstü güçlerini kullanarak aralarındaki engelleri ortadan kaldırmaya çalışır. Bu masalın kötü kadını olan annesi Büyücü Kraliçe başta olmak üzere kavuşmalarını engelleyecek herkes ile savaşır. Galip gelir mi bilinmez. Bunu kitabı okuyacaklara bırakmak gerek.

Konusunu üç aşağı beş yukarı bildiğimiz bir masalı bu kadar zevkli kılan, bunu bize anlatan masalcının yeteneğidir. Masal, anlatanın sesiyle, mimikleriyle bütünleşir. Düz yazı ile masal anlatmak zor bir iştir aslında. Ahmet Ümit bu işin çaresini bulmuş. “Olmayan Ülke”, bildiğimiz tüm masallar gibi düş ürünü, olağandışı, çekici ve anlatanın inandırmak iddiasında olmadığı bir masal…

“Olmayan Ülke”, adını John M. Barrie’nin muzip, anarşist kahramanı Peter Pan’nın maceralarının geçtiği Neverland’den alıyor. Dilimize “Düşler Ülkesi”, “Olmayan Ülke” ya da “Yokyok Ülke” olarak çevrilen bu diyar için Ahmet Ümit önsözünde şöyle diyor:  “Olmayan Ülke bir ütopya aslında. Güzel umutlarımızın, renkli hayallerimizin, tatlı düşlerimizin ürünü olan bir yer. Savaşın, şiddetin, sömürünün, nefretin ve öfkenin olmadığı bir yer.” Ayrıca Barrie’ye saygılarını sunarak yazarlık borcunu da yerine getiriyor.

On iki bölümden oluşan “Olmayan Ülke”de masalında yer alan resimler Murat Bingöl’e ait.

Bir önceki masal kitabını annesinin torunlarına ithaf eden Ahmet Ümit bu masal kitabını kendi torununa ithaf etmiş. Ayrıca bu masal kitabı ile bizlere masal yazmaya devam edeceği sözünü de vermiş. Bence de çok iyi etmiş.

Ebru Akkaş

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Pufi Yumak Peşinde

Bembeyaz, yumuşacık bir yün yumağına benzeyen Pufi okullar açıldığı için hiç mutlu değildir; çünkü okula giden Mete’nin artık onunla oyun oynayacak zamanı yoktur. Üstelik ne kadar yalvarsa da Mete onu okula da götürmek istemez.

Şüphelenir Pufi; yoksa okul denen yerde başka kediler mi vardır? Onun başka kedilerle oynadığını düşünen Pufi, Mete’ye küser ve bir daha onunla konuşmamaya karar verir. Gidip sepetine girer ve bütün gün battaniyesinin altında kalır.

Ta ki Mete okuldan dönüp annesine resim dersi için bir yumağa ihtiyacını olduğunu ve annesin de ona Pufi’nin oyun yumağını götürebileceğini söyleyene kadar. Pufi sepetinden fırlayarak hızla oyuncaklarının arasından yün yumağını bulur. Yumağı saklayacak, Mete’ye vermeyecektir. Önce küçük dolabın altına saklar, ama yumak yuvarlanarak buradan çıkar. Başka bir yer bulması gerekir. Mete’nin içi mağara kadar karanlık ve derin görünen, üstüne bir de pis kokan botuna sokar yumağı ve koşarak pis kokudan uzaklaşmak ister.

Ancak o da ne! İpin ucu patisine dolanmıştır ve Pufi koştukça yumak da peşinden gelmektedir. Pufi ne kadar kurtulmaya çalışırsa o kadar yumağa dolanır ve üstünde kapağı açık bir meyve suyu olan sehpaya çarpar. Olan olmuştur. Pufi ve yumak meyve suyuyla yıkanmıştır. Pufi, doğruca kedi kuaförüne yollanır. Babası, Mete için tüylü, beyaz bir yumak alır. Yorgunluktan bitkin düşen Pufi yeni tüylü, beyaz yumağına sarılarak uyur.

Ertesi sabah aceleyle okula giden Mete son anda resim dersi için yumağı yanına alması gerektiğini hatırlar. Hızla Pufi’nin sepetine koşar, sepetteki yumağı alır, çantasına atar. Okulda, resim dersinde yumağı çantasından çıkardığında bir de ne görsün…

Çocuklar için pek çok kitap yazmış olan Aytül Akal’ın yazdığı, Gökçe Yavaş Önal’ın resimlediği Pufi Yumak Peşinde adlı resimli öykü kitabı kısa bir süre önce İş Kültür Yayınları tarafından yayımlandı.
 
Bu arada, neredeyse her sayfada olan biten her şeyi merakla izleyen biri var. Bakalım siz de fark edecek misiniz?

Tülin Sadıkoğlu
 

9 Mayıs 2014 Cuma

Cömert Ağaç


İlk kez 1964 yılında yayımlanan Cömert Ağaç (The Giving Tree) hem yazar ve illüstratör Shel Silverstein'ın en bilinen kitabı hem de neredeyse tüm dünya çocuklarının okuduğu öykü oldu.

Cömert Ağaç'ta, bir ağaç ile bir çocuğun ilişkisi anlatılıyor. Her gün onu görmeye gelen çocuğu çok seven ağaç onu hiç kıramaz. Çocuğun dallarına tırmanmasına, meyvelerini yemesine izin verir. Her istediğine evet der. Önceleri bu istekler kendi varlığını tehdit etmez. İlişkilerinde bir sıkıntı yoktur. Çocuk büyüdükten sonra bir şeyler değişir. Ağacı eskisi kadar ziyaret etmez. Delikanlı olduğunda özellikle parasal yardıma ihtiyaç duyduğunda ağazı ziyaret eder. Ağacın verecek parası yoktur ama meyvelerini toplayıp pazarda satabilir delikanlı; öyle de yapar. Sonra delikanlı kocaman adam olunca istekleri de çoğalır. Ağaç hiçbir zaman onu geri çevirmez. Koşulsuz sevmek ve fedakarlık yapmak böyle bir duygudur onun için.

Kitaptaki ilişki iki yönlü olarak okunabilir. Genelde ağacın yaptığı cömertlik ve fedakarlık ön plana çıkarılırken çocuğun kendi çıkarlarından başkasına önem vermediği ve karşısındakinin varlığını tehdit ettiği kısmı nedense biraz geri planda kalıyor. Ağaçın cömertliği kadar çocuğun da bencilliğinden söz edilmeli bu kitapla ilgili konuşulurken.

Yazarın, şimdi resimli kitapların klasiklerinden biri olarak kabul edilen Cömert Ağaç'ı yayımlatması kolay olmamış. Bazı yayıncılar tarafından çocuklar için üzücü bir hikayesi olduğu gerekçesi ile reddedilmiş.
 
50. yılını kutlayan kitabı Türkçeye Sevim Öztürk çeevirmiş. Kitap Özel Sezin Okulları tarafından yayımlandı. Kitapta metne ek olarak resimli kitaplarda pek alışık olmadığımız bir takdim yazısı eklenmiş.

Cömert Ağaç Bahçesi/İsrail
 

Ebru Akkaş

8 Mayıs 2014 Perşembe

Sevgili Can Göknil'in atölyesinde gerçekleştirdiğimiz söyleşinin ikinci bölümü...

 TS-EA: Birleşmiş Milletler ‘de yaptığınız konuşmanın ve ödülü biraz detaylı anlatabilir misiniz? 

Can Göknil: Bütün kitaplarımı incelediler, o tarihe kadar çıkmış olanları istediler. The Golden Baloon Award Çocuklara yapılan hizmetten dolayı verilen bir ödül.

Bir yaz bir hanım, Filiz Odabaş Geldiay, geldi, sizinle tanışmak istiyorum dedi. Kardeşim vasıtasıyla bana ulaşmış. Birleşik Amerika’da yaşayan birisi, aslında orada yaşayan Türklerin Türkiye’yi tanıtım açısından çok faydası oluyor. Çünkü aydın, güzel insanların orada Türkiye’yi anlatması tarihimizdeki kötü tecrübelerin yankılarından daha etkili oluyor. Filiz Hanım, çocuklarla ilgili bir vakıf kurduklarını söyledi. Bu vakfın bir ödülü, Altın Balon Ödülü için sizi tanımak istiyorum, belki buna aday olursunuz dedi. 23 Nisan’ın Egemenlik Bayramı olmasının yanı sıra dünyadaki bütün çocukların bayramı olmasını sağlamaya çalışan bir vakıf olarak Türkiye çocuğuna önem verir mesajını vermek için çalışıyorlardı. Sonunda bana bir yazı geldi, Türkiye’de çocuklara yaptığım hizmetlerden dolayı bana da ödül verilmiş. Sonra Birleşmiş Milletler’de bir konuşma yapacaksınız dediler. Heyecanlıydım. 23 Nisan günü Birleşmiş Milletler’de delegelerin sıralarında minik çocuklar oturuyordu. Düşündüm ne konuşayım diye. Kürsüye çağırdılar. Benim için önemli olan farklı kültürlerin birbirini tanıması dedim. İnsan birbirini tanıdıkça sever. Kendi Amerika maceramı, kültürü tanıdıkça o ülkeyi daha çok sevdiğimden bahsettim. Bizim ülkemizin de çok hoş tarafları var diye devam ettim. İnsan bilmediğinden çekinir ama birbirini tanırsa daha çok sever dostluk kurulur, dünya barışına da katkısı olur gibi şeyler söyledim. Sonra orada… Özgen Acar varmış, Cumhuriyet’de yazıyor şimdi. O da TRT ekibiyle gelmiş, öyle olunca TRT2’de 20.00 haberlerinde vermişler bizim töreni.  

TS-EA: Peki, yurtdışına yönelmenizin sebebi neydi?
Can Göknil: Burada kendime pazar bulamamaktı aslında. Okul öncesi resimli kitapları yayınlanmıyordu. İyi yayınevleri henüz bu işe girmemişti. Bir de Remzi’nin küçük kitapları vardı. O tarihte hep öncü durumundaydım. Kimse çocuk kitabı ile ilgilenmiyordu, ben de duyurmaya çalışıyordum. Derneği (ÇGYD) o niyetle o günlerde kurduk.

TS-EA: Yeri gelmişken Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği’nin kuruluş sürecini anlatır mısınız bizlere?
 
Can Göknil: Bratislava sergilerine katılırken orada Türkiye’de IBBY’nin bir uzantısı niye yok dediler. Nasıl olacak bu dedim? Siz bari kişisel üye olun diye önerdiler. Küçük aidatı vardı, karşılığında Bookbird dergisi geliyordu. Sektörde başka ülkelerde ne olup ne bittiğini oradan takip ediyordum. Türkiye’ye çocuk kitaplarıyla ilgili bir derneğin gerekli olduğunu düşünenlerin başında, o zaman Doğan Kardeş’de çalışan Ergin Telci vardı. Çocuklara hizmet etmiş birisidir. Bu derneği burada kuralım dedi. Kaynak nasıl bulacağız derken, Yapı Kredi destek olabilir dedi. O kısmına da ön ayak oldu. Hatta derneğin başkanı oldu ilk zaman. Aramız da Prof. Dr. Meral Alpay da vardı; kütüphaneci hanım, çok aktifti. Almancası çok iyiydi, o da Almanya ilişkilerini yürütürdü. Dernek kurma yasası varmış Türkiye’de. Bazı evrakları toplayıp, başvurumuzu yaptık. Sicili temiz birileri gerekiyordu savcılıktan izin almamız için. Ben ve Fatih Erdoğan gittik savcılıktan temiz kâğıdı aldık. Ama ben hem kişisel üye olup hem dernek kuramazmışım, öyle olunca kişisel üyeliğimden istifa ettim. İlk yıllar dernek de gerektiği gibi yönetilemedi. Kaynak sorunu vardı ama sonra sonra bugünlere gelindi.

TS-EA: Daha sonra neler yaptınız?
Can Göknil: Yapı Kredi Yayıları ile çalışmaya başladığımda yıl 1997’di. Bir iki yıl çalıştık. Sonra çocuk yayınlarından vazgeçiyoruz dediler. Daha sonra bir gün Samiye Hanım beni aradı ve 2006 yılından itibaren Can Çocuk Yayınları için hem yazdım hem resimledim. Sanıyorum toplam 15 kitabımız oldu.

Bunlardan bahsetmişken Hollanda deneyimim de anlatmaya değer. Bize çalışın, burada göçmenleri eğitmeye çalışıyoruz dediler. Hollanda birçok dilde yayımladı kitaplarımı. Mesela korku konusunda bir kitap yazıp resimlememi istiyorlardı yani konu veriyorlardı. Hayali arkadaş konusu da bunlardan biriydi. O kitapları yaptım ve bugün hâlâ kullanılıyor. 1995- 1997 yılları arasında 7-8 dile çevrildi o iki kitabım. Resmi de beraber yürüttüm. Ülkede ve dışarıda önemli sergilerim oldu.

Bologna illüstratörler katalogunda 1986 ve 1987 yıllarında yer aldım. Ona girmek çok zordu. Feridun Oral ve ben birbirimizden güç alıp Bologna Fuarı’na desen hazırlardık. Girdiğim iyi oldu. İsveçli yayıncılar oradan ulaştı bize. Fuarların herkesi birbirleriyle tanıştırmak.

TS-EA: Türkiye’deki resimli öykü kitabının gelişimi nasıl oldu?

Can Göknil: Serpil Ural ile ben vardık. Bazen bu işe heves eden ressamlar çıkıyordu piyasaya, mesela Tomur Atagök renkler hakkında bir kitap yaptı. O da Amerika’dan yeni dönmüştü İstanbul’a. Fakat bir kere yaptı. Ben bunu süreklilik içinde yaptım. Eğitime katkıda bulunmamın gerekli olduğunu düşünüyordum. Mimar Sinan Üniversitesi’nde ders verebilirdim ama istemedim. Çocuk kitapları tam bana göre oldu. Form olarak kitabı seviyorum, o yaş grubunun hayal gücünü seviyorum benim karakterime de uyuyor.
TS-EA: Şimdiki resimli öykü kitaplarını nasıl görüyorsunuz?

Can Göknil: Bunun yanıtını vermek için bir tecrübemden daha bahsetmemde fayda var. Amerika’da bir sempozyuma davet edildim. Kırk ülkeden katılımcı var. Books and Broadcasting for Children… Konu, radyo ve televizyon yayıncılığı ve kitaplar ve televizyondaki çocuk programları… Türkiye’den beni seçmişler. 1979 yılı. Bir koca rengârenk grup olarak Amerika’nın birçok eyaletinde bizi dolaştırdılar ve orada bu iş nasıl yapılıyor anlattılar. Bizim de düşüncelerimizi, ülkelerimizin çocuk yayıncılığındaki çalışmalarını duymak istediler. Çocuk yayıncılığında en iyi hizmet nasıl olmalıdır? Sri Lanka gibi birtakım temsilcilerin hali benden kötüydü, orada hemen hemen hiçbir şey yoktu. O zaman bizde tek televizyon kanalı var, çocuklara kötü program yapmak ne demek? Büyük küçük bütün aile ne varsa birlikte izliyor. Bu aslında pozitif bir durum çünkü aile çocuğun ne seyrettiğini biliyor. Gelişmiş ülkelerde ise televizyon bir nevi dadı konumunda. Çocuklara göre çok program var, ekranın önünde saatlerce oturuyorlar. Ama izledikleri filmler bir küçük açısından çok da zararlı olabiliyor. Şimdi biz 35 sene sonra aynı yere geldik.

Evet çok çocuk kitabı çıkıyor. Nitelikli niteliksiz çıkıyor. Çocuk yayınları televizyonda yapılıyor; iyisi kötüsü, Japon’u, göz bozanı, bayıltanı her şey var. Ama bir süzgeç lazım. Sansür değil yanlış anlamayın. Çocuk duyarlılığını tanıyıp nitelikli işler sunmak lazım. Bunu kaç yayınevi yapıyor? Bunları düşüne düşüne yapan ve planlayan yayınevlerinin arttığına inanıyorum. Resimli kitap (picture book) uzun yıllar olmadı. Çünkü devamlı ucuz olsun, aman ne olacak çocuktur, yapılırsa bir tek alfabe yapılır, okula gitmeyen çocuğun ne ihtiyacı var kitaba gibi düşünceler hâkimdi.

Büyümeyi kitapla ele almakta çok geciktik ki bizim nüfusumuzun çok genç olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama şimdi ben bakıyorum nitelikli çok çizer var. Hoş bir şey. Çünkü bu demek ki burada resimli kitabı bir çıkış noktası olarak görüyorlar. O zaman yok muydu ressamlar, vardı ama çocuk kitabına gönül koyan yoktu.
Kitap resimlerini öyküsüyle ürün halinde pazarlamak yayınevinin işi. Aytül Akal, Ayla Çınaroğlu gibi kendi yayınevlerini kurup ilerleyenler de oldu. Çünkü başka çıkış yoktu kanımca. Mesela Gülten Dayıoğlu farklıydı, onun metinleri resme dayanmıyordu. Onun gidebileceği yerler vardı. Resimli kitap ise farklı, görsel iletişim. Anında. Neredeyse çevirmene dahi ihtiyaç yok. Her konuda güzel resimli kitap olsa çocuk onu anında kavrayacak, estetik açıdan da faydası olacak. Nitelikli olmak kaydıyla yoksa resimle çocuğu bozabilirsiniz de. Dolayısıyla resimli kitap sınırları olan bir sanat dalı.

Eskiden 4 renk baskı yapılırdı, dört rengin birleşmesinden de başka renkler çıkardı. Siyah yazı için kullanılırdı, diğer 3 rengin karışımları ve hangi yüzde ile karışacağı önemliydi. Şimdiki çözüm dijital. O ilk zaman filmlerin yapılması için asetatlar alırdık, alt kartona deseni çizeriz, üstüne asetatı bantlarız, kesim işaretlerini koyarız. O asetatın üzerinde örneğin kırmızıları keserdik. Arkadan üstüne bir asetat daha yapıştırıp mavi bölgeleri keserdik. Bir de bunun yanında yüzdelerini girerdik. Bilen uğraşan pek azdı.


TS-EA: Siz kendiniz yazıp resimliyorsunuz? Hiç başka biriyle çalışmayı düşünmediniz mi?

Can Göknil: Resimlediğim iki kitap var aslında. Biri mitoloji kitabı Prof. Dr. Zühre İndirkaş’ın Türk Mitolojisi. Biz onunla ortak çalıştık. Almanya’da Gülfidan çıktıktan sonra o yayınevi bana mitoloji kitabı hazırlayın dedi. Bunu bir sanat tarihi profesörü yapmalı demiştim. O zaman siz öyle birini bulun, resimlerini siz yapın dediler. Çocuk kitabı değildi. Diğer resimlediğim kitap da çocuk kitabı değildi. Doktorum Selçuk Erez, hayvan dostlarımız diye küçük hikâyeler yazmış. O rica edince onu resimledim. Ama prensip olarak yapmıyorum çünkü ben çizer değilim, her nabza göre şerbet veremem. Bir ressamım, bir düşüncem var, onun etrafında yoğunlaşmak istiyorum. Kendi his ve önemli bulduklarımı aktarmak istiyorum. Ayrıca bir de resimlediğim ama yazmadığım masal var. Nazım Hikmet’in Sevdalı Bulut Masalı.

TS-EA: Sevdalı Bulut’ resimleme süreci nasıl gelişti peki?
 
Can Göknil: Nazım Hikmet ismini duyunca ben ona bir bakayım dedim. Filiz Özdem de metni yolladı. Çok kışkırtıcı bir metin, çok şiirsel, çok hayal, çok metamorfoz var, çok girebileceğim çizimler var. Okuyunca büyülendim. Yaparım tabii dedim. Kısa bir zamanda da yaptım.
Sonra Gündüz Vassaf bu işin içindeymiş. O Nazım Vakfı ile yakın zamanda Amerika'da sanırım Brown Üniversitesi’nde bir sempozyum düzenledi. Benim okul arkadaşımdır, ayrı yollarımızda yürüdük ama severiz birbirimizi. O da kitap dünyasının içinde dedi ki çok hoşuma gidiyor iki güzel insan sayfalarda buluştu. İşte böyle bir şekilde buluşmalar oluyor. İnsanlar kültür düzeyini yükselttikçe o buluşmalar da oluyor. Çağdaş Türk edebiyatını takip etmeğe çalışıyorum. Edebiyat ve kitap dünyasının her şeyine hayranım.

TS-EA: Genç illüstratör ve illüstratör adaylarına, resimli kitap yapmak isteyenlere ne önerirsiniz?
 

Can Göknil: Kendi çalışmamda ortam olsun olmasın hep gayret ettim. Hiç duraksamadan ürettim. Daha doğrusu hep çalışkan oldum. Yılmamak lazım. Bazen yazarlar çizerler hayal kırıklığına uğruyor çünkü istediğini bulamıyor, düşük ücretler alıyor ama bu da bir vazife Çocuklar bizim geleceğimiz. Onların hayal gücüne, eğitimine hizmet etmek zorundayız.

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Kuşlar Meclisi - Simurg

Ozan Attar, huzursuz bir rüyadan uyandığı bir sabah kendini hüthüt kuşuna dönüşmüş olarak bulur ve yeryüzündeki bütün kuşları toplayarak onlara seslenir:

Kuşlar!
Dünyamızı saran dertlere bir bakın!
Kargaşa – hoşnutsuzluk – isyan!
Toprak, su, yiyecek uğruna korkunç kavgalar!
Zehirlenmiş hava! Mutsuzluk!
Korkarım yolumuzu kaybettik. Bir şeyler yapmalıyız!
Çok gün gördüm. Çok sırlar öğrendim.
Dinleyin: Bütün cevapları bilen bir kral tanıyorum.
Gidip onu görelim.

Diğer kuşlar kralın varlığından şüphelidir. Ancak hüthüt kuşu, adının Simurg olduğunu ve Kafdağı’nda yaşadığını söylediği bu kralın gerçek olduğuna onları ikna eder. Yine de bazı kuşlar bahaneler öne sürer ve gitmez istemez. Sonunda kuşlar havalanır ve yola çıkar.

Kuşlar, Simurg’un yaşadığı Kafdağı’na varabilmek için yedi vadiyi aşmak zorundadır: Arayış Vadisi, Aşk Vadisi, İdrak Vadisi, Ayrılık Vadisi, Birlik Vadisi, Hayret Vadisi, Ölüm Vadisi. Zorlu bir yolculuktur bu. Yüz binlerce kuş olarak başladıkları bu serüvende kimi cesaretini kaybeder ve sessizce uzaklaşıp gider; kimi susuzluktan, açlıktan ölür; kimi vahşi hayvanların saldırısına uğrar… Böylelikle yalnızca otuz kuş yolculuğu tamamlayabilir. “Sonunda arayışlarının birleştirdiği, otuz kuş, krallarına ulaşır. Ve görürler ki kendileridir kral Simurg…ve kral Simurg içlerinden her biri ve hepsidir.”

Eski Çekoslavakya’da doğan, daha sonra Amerikan vatandaşı olan illüstratör ve yazar Peter Sis, aralarında çocuk edebiyatının Nobel’i olarak görülen Hans Christian Andersen Ödülü, yedi kez kazandığı The New York Times Book Review'ün verdiği Yılın en iyi Resimlenmiş Kitabı ödülü ve Caldecott Onur Kitabı ödülü bulunan pek çok uluslararası ödülün sahibi.
Sis, kitapta verilen bilgiye göre Jorge Luis Borges’in “Düşsel Varlıklar Kitabı” için resimlediği Simurg Hikâyesi’ni ilham verici bulmuş ve böylece Feridüddin Attâr’ın kitabı Mantık Al-Tayr’a yönelmiş. İyi ki de böyle olmuş.    

 “Simurg”un gerçek yazarı Feridüddin Attâr, aralarında Mevlana’nın da bulunduğu pek çok büyük düşünür ve şairi etkileyen Klasik İran Edebiyatı’nın en önemli düşünür ve şairlerinden. Eserleri arasında en tanınmışı otuz kuşun yolculuğunu anlattığı Mantık Al-Tayr’dır. Ancak söz konusu eser yalnızca otuz kuşun yolculuğunu anlatmakla kalmıyor elbette. Kuşlar ve yolculuk, tasavvufun temel ilkelerini anlatan birer simge. Peter Sis de hikâyenin özünü resimleriyle aktarmakta son derece başarılı.

Peter Sis’in, Feridüddin Attâr’dan uyarladığı Kuşlar Meclisi, Nazmi Ağıl’ın çevirisiyle Alef Yayınları’ndan çıktı. Sis, bu kitabı yetişkinler için uyarlayıp resimlemiş. Ancak genç okurlar için de rahatlıkla önerebiliriz.  

Tülin Sadıkoğlu







6 Mayıs 2014 Salı

Can Göknil, Bir Kitap Lütfen'in konuğu oldu!

Özgün resim ve metinleri ile çocuk edebiyatına değerli katkıları olan Sevgili Can Göknil ile bir söyleşi gerçekleştirdik. 

İki bölüm halinde yayımlayacağımız söyleşimizde Can Göknil’in  sanat hayatına daha yakından bakacaksınız. 



TS-EA: Sizin resimle ilişkiniz nasıl başladı?

Can Göknil: Resimden önce müzik ilişkim vardı o da kıskançlıktan doğmuştu. Çünkü ablam, üç yaş büyüğüm, piyano çalıyordu. O zaman biz Ankara'da oturuyorduk. Oradaki önemli öğretmenlerden, ünlü piyanist Mithat Fenmen’den, piyano dersleri alıyordu. Çok kabiliyetli olduğu söylenirdi, ilkokula gitmeden evvel bunu yapmaya başlamıştı. Ben 3 yaş geriden geldiğim o da piyano çaldığı için bana en yakın enstrüman keman geldi. Bari ben de keman mı çalsam dedim çünkü ablamı bütün ilgiyi üstüne topluyor diye kıskanıyordum. Onun üzerine hemen kemanlar alındı, küçük boyu bulundu. Ankara Devlet Orkestrası’nın birinci kemanına rica edildi. Babam da keman çalarmış eskiden, biz onun kemanını ablamla hatırlıyoruz. Sonra baktım olmayacak, iki sene sonra bıraktım. 

Resim henüz yoktu. İlkokuldaydım, Ankara Koleji’ydi o zaman. Resim derslerinde sınıfa göre daha iyiydim, daha becerikliydim. Ortaokulu Ankara'da bitirdim. İstanbul’a gelince özel okulların kendi sınavları vardı, merkezi bir sistem yoktu o zaman. Annem Fransız ekolündendi, babam iş yapmaya çalıştığı için İngilizce öğrenmemin daha doğru olacağını düşündü. Beni kolejin imtihanına soktular, daha önce de Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ne ablam yatılı olarak girmişti. Ben de kazanınca babam İstanbul'da iki kız yatılı, hayatta olmaz dedi. İşini derledi, toparladı, ortağına bıraktı, biz İstanbul'a göç ettik. O günlerde B.U. Robert Lisesi’ydi. Yüksek eğitim için sadece 3-4 fakülte mevcuttu. Recep de Robert Lisesinden. O lise ikiyken ben hazırlıktaydım. Daha lise 1 değildim, Ankara Koleji’nin İngilizcesi yetmedi. Biraz da haytaydım o zaman. Amerikan sisteminde okuduk. Yapmaya çalıştıkları önemli bir şey de aktiviteler ve sosyalleşme. Aslında okul Hristiyanların eğitimi için kurulmuş fakat sonunda Türk aileler de çocuklarını yollamaya başlamışlar. Halide Edip, Bülent Ecevit, Tansu Çiller, Genco Erkal, Nevra Serezli gibi pek çok isim... Okulun tiyatro aktiviteleri çok önde gelirdi. Ben de dekora yardım ederdim. Panolar boyardık hatta bir piyeste dekoru kendi başıma yapmıştım. Orada biraz aşk meselesi de var. Çünkü Recep lise ikideydi, tiyatronun bütün ışık, ses sistemini o yapardı. İşte bende hangi rolü verirlerse beraber olalım diye kabul ederdim. Kıytırık veya bazen ana roller de olurdu. Hatta bir tane tiyatro ödülüm bile var. Pirinç bir tepsiydi, sonra üstünde boya karıştırdım, hatırlıyorum. Günler öyle geçti, sonra okulda seçmeli sanat dersleri de vardı. Bir de kulüpler vardı. Mesela İzlerimiz diye bir dergide çalışan edebiyat grubu vardı, dergiler çıkarırlardı. Evin İlyasoğlu o dergide editördü, kendisi benim sınıf arkadaşım, Nevra Serezli Recep'in arkadaşıydı. Bugün galerilerinde sergi açtığım Nuran Baktır Terzioğlu, Nazan Erkmen, hepimiz aynı mahallenin çoçuklarıydık. Aşiyan, Bebek köyünün mezarlığıydı, şimdi modamsı bir havası var. Her şey çok sade ve sakindi, hatta Receplerin anneannesi bile Bebek'te büyüdüğü için o anlatırmış, rıhtımda herkesin denize inen merdivenleri varmış. Konu komşu orada denize girerlermiş, balık tutarlarmış. Böyle çok güzel zamanlar yaşanmış Bebek’de. Ben geldiğimde biz genç kızdık, tabii ki sokaktan denize giremezdik. Annemle babam öyle bir şey istemediler. Neyse o mühim değil. Kolej’deki Bu tiyatro aktiviteleri ve dekor planlamanın sanatsal çabalarıma etkisi oldu.
Güler Okman Fişek, şimdi psikolog. Onunla bir gün sinemaya gidecektik akşamüstü, benim bir saat özel resim dersim var, Seniye Fenmen Taylan'la, sen gel benimle, dersimi izle,  sonraki seansa gideriz dedi. Seniye Hanım'ın Rumelihisar'da nefis bir atölyesi vardı. Seniye Hanım'ın Güler'e verdiği ders benim çok hoşuma gitti. Çok ilgimi çekti. Bir portreyi ele aldılar Rönesans zamanından, o yüzü geometrik bölümlere ayırdılar. Neresi üçgen neresi dörtgen. Işık vurursa hangi şekil aydınlıkta kalır, neresi ışık almaz, zannederim portrede ışık ve gölgeyi öğretiyordu Seniye Hanım. Çok hoşuma gitti. Eve gidince babama rica ettim, ben özel bir ders alabilir miyim dedim. Bizimkiler iyi yetişmemize her zaman gayret ettiler. Onlar savaş yıllarının, cumhuriyetin ilk yıllarının yoksulluğunu yaşamış insanlar olduğu için doğru dürüst eğitim kazanamayıp çalışmak zorunda kalmışlar, çocuklarına bu fırsatları veriyorlar. Eğitime inanan bir ailem vardı, şans büyük şanş… Seniye Hanım'dan özel ders almaya başladım ve Kolej’den mezun olana kadar 4 sene devam ettim. Aynı zamanda okuldaki seçmeli sanat derslerini aldım. 

Lise üçe geldim Recep ile de beraberiz bu arada o artık üniversite birdeydi ama bölümünü sevmiyordu, ben burs alırsam Amerika’ya gideceğim eğitim için dedi. Burslu gitmesi lazımdı. Bursu buldu. O gidince ben de eve gelip baba ben de üniversiteye Amerika'da gitmek istiyorum dedim. Babam yaz okullara dedi. Devlet Döviz Sınavı’nı Kazandım, Recep ile aynı okulu da kazandım. Chicago'nun güneyinde özel bir okul. Ben sanat, o fizik okudu. Aynı tarihte mezun olduk. Sonra New York'daki okullara yazdık. City University of New York beni kabul etti, Recep de Columbia Üniversitesi'nde asistanlık aldı. Biz yüksek eğitimimiz için birkaç kutu eşyamız ve köpeğimiz ile New York'a taşındık. New York resim öğrencisi için en iyi merkezdi. Çünkü her şey oradaydı, orada patlıyordu, sanat pazarı Paris değildi artık. Manhattan adasında yaşamak, gece gündüz bütün sergileri gezmek... Yani ben Master’imi tamamladım ve gayet iyi derece ile mezun oldum ama inanın şehrin bana verdiği birikim, görüş, olgunluk, değerlendirme ve eleme olanaklarından çok öğrendim. 1968 sonlarından 1974'e kadar. Günde 4 sergi geziyordum.

TS-EA: Şehrin size verdiği birikim sizi okuldan daha çok besledi diyebilir miyiz?

Can Göknil: Şimdi İstanbul da öyle bir yer oldu. İstanbul benim bırakıp gittiğim İstanbul değil, müthiş bir hareketlilik var. Pahalı fakat bunun dışında New York da pahalıydı ama parasız aktiviteler de çoktu, galeriler müzeler ve öğrenci günleri vardı. İnsanın kendisini sanatçı olarak geliştirmesi için çok çok iyi bir yerdi. İkimiz de birbirimizin bir hamle daha yapmasına çok gayret ettik. Önceleri grafiker olarak çalıştım. O zaman bilgisayar da yoktu. Grafik de okumadım, işi bilmiyordum yani. Resimlerimden, tablo ve rölyeflerimden bir portfolyo yaptım. Gazeteden ilanlara bakarak görüşmeye gidiliyordum. Çalışma iznimiz o tarihte çıkmamıştı ama master yaptığımız için 1,5 yıl stajyer olarak çalışmamıza izin vardı. Ambalaj, paket tasarımı yapan, matbaası da olan Colour Print adında bir şirketin müdürü ile görüştüm. Beni baş grafikerinin yanına verdi, usta çırak ilişkisi ile işi öğrendim. Sonra matbaaya geçtim. Orada da devam ettim çalışmaya. 

Sonra Türkiye'ye dönmem gerekti, bir yakınımızın cenazesi vardı, işten ayrıldım. O kadar yaratıcı ve hızlı işleyen bir şehirdi ki New York, o şehirde yaşarken ben de bir işe yarıyorum diyebilmek insana iyi bir duygu veriyordu. Özgüveninin artmasını sağlıyor. Öğle tatillerinde 5. Caddedeki kitapçılara gidiyordum. Orada keşfettim çocuk kitaplarını, o kadar da büyülendim ki… Leo Leoni vardı, Frederick Fare, Küçük Kara Balık vardı, o kitapların sanatsal boyutu... Ben bu işi sanki yaparım diye düşündüm çünkü ruhum çok çocuksu, coşkularım çocuksu, ifade tarzım oldukça naif. O günlerde Türkiye’ye döner miyiz dönmez miyiz onu düşünüyorduk artık çünkü evden ayrılalı 8 sene olmuştu. Bir şey daha öğreneyim dönmeden önce diye düşündüğümü de anımsıyorum. Recep de First National City Bank’de sistem analisti olarak çalışıyordu ve bana sen istersen grafiker olarak çalışma, serbest ol, resim yap demişti. Çocuk kitaplarındaki illüstrasyonları araştırdım. İyi bir araştırmacıyım, tetkik edip etüd edip sonuca ulaşıyordum. Yayınevleri ile konuşma fırsatım oluyordu. Sonunda da Kirpi Masalı işte ilk kitabımı oluşturmaya başladım. Resimli öykü olarak başlamıştım, sonra onu götürüp çocuk kitabı editörüne gösterdim. Daha önce onlarla çalıştığım için görüşebildim. Yoksa illüstratörlerin temsilcileri var, önce onlarla konuşuluyordu. Bana önerilerde bulunarak yol gösterdiler. Öyle yapma, böyle yap; bunu bir yayınevi editörü ağzından duymak, onların grafikerleri ile oturup konuşabilmek yani bunlar da çok önemli eğitimlerdi. Ne kitaplar çıkıyor, hangi konuda, hangi yaşlara çıkıyor. Ben kendime en yakın picture book yaşını buldum. Çünkü ressamım, resimden ilerleyerek iletişim kuruyorum. Dial Press’in editörü Kirpi Masalı’nı sevdi ama benden beklentisi başkaydı. Çok tatlı bir hayvan masalı ama siz İstanbul'dan geliyorsunuz, ne kadar farklı bir yer olmalı dedi. Kendi kültürünüzle ilgili bambaşka bir şey yapmalısınız diye beni yönlendirdi. Düşündüm ben bizim hakkımızda neler biliyorum? Çok iyi eğitim de alsam bile kendi kültürümü az tanıyorum, yabancı eğitimin bu eksikliği oluyor. Hiçbir fikrim yoktu öz kültürümü tanıyamamıştım ve böyle bir şey nasıl olur diye gücüme gitti. Gene iyi araştırmacılığıma dönerek ilgi alanımı belirledim: İnançların sanata dönüşmesi, objeleşmesi, öyküleşmesi, davranışları etkilemesi... Objeleşirse folklor çıkıyor. Öyküleşirse mitoloji doğuyor. Ben sanatımda çıkışımı öz kültürümü sahiplenerek böyle yönlendirdim. Hatta bu anlattıklarımın hepsini Gölgem Renkli Mi? kitabımda yazdım. Türk inançlarının bir bölümünü okurken ama bunu bir tarihçi gibi sırayla filan değil, benim ilgimi çekiş biçimine göre, öğrendiklerimi içselleştirdiklerimi sanatsal bir verime dönüştürerek yol alıyordum. Bu bilgilerin ışığında birçok sergi açtım.
Araştırmalara başladığımda ilgi alanım folklorikti, Boratav'ı çok okuyordum o zamanlar. İnançlarla ilgili davranışlar ilgimi çekiyordu. Türk insanının hele de onca sene yurtdışında oturduktan sonra süpürge hakkında bir hikâye uydurması ya da bir yere bir çaput bağlaması çok çarpıcı, çok resimsel geliyordu bana. Bunları kullanıyordum, nedenlerine dair mitolojik öyküler çıkıyordu karşıma. Şimdi bu bana nasıl güzel uydu çünkü benim resmimin her zaman öykü bacağı kuvvetlidir. Tablolarımın hepsinin hikâyesi var. Naif yaklaşımım ise öğrenilen bir şey değil, insanın ruhu doğal olarak sanatına yansıyor. (Kötülük görmedim ki hayatta, yaşam bana cömert davrandı.)
Sonra biz İstanbul’a döndük, 1974'dü galiba ya da 73. O dönemde de Emirgan'a oturuyoruz. Apartman çok hoştu, yatılı okul gibiydi, komşular yaşıtlarımızdı. Alt katta bir Amerikalı profesör oturuyordu, Heath Lowry. Oğlu küçüktü. Bir gün kapımı çaldı, işe gitmem lazım ve kimseyi bulamadım, oğlumu sana bırakabilir miyim dedi. Tabii gelsin dedim. Ona yapmış olduğum Kirpi Masalı’nı anlattım. Resimleri bir yandan gösteriyor, bir yandan da metni İngilizceye çeviriyordum. Çocuğun hoşuna gitmiş. Sonra akşam babasını anlatmış. Babası ben görebilir miyim masalı dedi. İşte burada dedim. Baktı, sonra seni arayacaklar dedi. Redhouse Yayınevi'nden beni aradılar. Amerika'da yayınevi yayınevi  dolaşıp kendimi kabul ettirmeye çalışırken kendi çöplüğümde teklif önüme geldi! Meğerse Redhouse’da resimli kitap yapmaya başlıyorlarmış. Kirpi Masalı’nı Redhouse’da gösterdim, biz bunu basarız dediler. Yalnız bizim burada renkli basma imkânımız yok, sizinle matbaaya gidelim, matbaada renklerin ne şekilde uygulanabileceğini size söylesinler diye önerdiler. Matbadakiler çok şekerdi. Biz renkli basamıyoruz, siz kontur verin bize, sonra gelin renk çartlarından %30 mavi, % 40 sarı falan diye figürlerin içini doldurarak bütün kitabı renklendireceğiz. Önce gözüm korktu ama sonra yapmaya çalışırım dedim. Kirpi Masalı çıktı. Dört renk olarak 5 bin adet basmışlar. Önceden de bir tane resimli kitapları vardı: Büyük Nedir? O da bir adaptasyondu. Aslında güzel bir konu, göreceli olduğunu öğretiyor büyük ve küçüğün. Daha sonra ben de böyle bir kitap yapmıştım Küçük Olmak diye. Küçük bir kuş, büyüyemiyor, sen küçüksün deyip duruyorlar, o ise büyük olmak istiyor Sonra bir büyük yumurta buluyor, üstüne çıkıyor, ben anne olursam büyük olurum diyor ve kuluçkaya yatıyor. Yumurta bir açılıyor, içinden devekuşu gibi koskoca bir kuş çıkıyor kim küçük, kim büyük iyice karışıyor. Öyle bir hikâyeydi, Almanya'da basılmıştı. 

Kirpi Masalı 1974de çıktı. İlk resimli kitabımdı. Daha sonra okuyuculardan bir mektup geldi. Övgü mektubu. Ben de bitti, kitabım var diye mutluyum, Emirgan'da resim yapıyorum. Sonra Redhouse'dan gene aradılar. Hadi, başka ne getireceksiniz? Başka bir şey yapmadım, yapmam mı lazım diye sorunca siz gelin, bir konuşalım dediler. Gittim, biz sizinle devamlı çalışmak istiyoruz. Bütün yuva ve ana mekteplerini gezin, ne çeşit kitaplar gerektiğini öğrenin diye önerdiler. Gülçin Alpöge ile de bu etapta tanıştım. Boğaziçi’nde çocuk yuvasındaydı. Alfabe, sayı kitabı, taşıtları tanıtmak için kitaplar isteniyordu. 6 ay gezdim okulları, not alarak... Bundan bir rapor sundum yayınevine, neler gerektiğini ve kitap konularını oradan belirledik. Harfler, sayılar, renkler şekiller, kavramlar, tekerlemeler, ekoloji, hakkında resimleri yapa yapa 14 kitap oldu.

TS-EA: O dönem siz sadece kitapları resimliyor musunuz peki?

Can Göknil: O zamanlar küçük küçük yazmaya başlamıştım. Hangisi büyük, bu ne renk, kim kaptı, gibi minik altyazılar. Hatta bir tane de çiçek kopartmak yasaktır diye bir kitap resimlemiştim. Bekçi köpeği bir bahçeyi koruyordu. Çirkin bir kız geliyor, çiçek kopartmak istiyor, köpek muumuu yapıyor, yazı yok. Öykü resimle anlatılıyor. Sonra kız köpeğe bir kemik uzatıyor böylelikle köpeği kandırıyor ve tutunca çiçekleri kopartıp alıyor. Ondan sonra köpek çok üzülüyor, sargı beziyle tüm çiçekleri sarıyor. Doğaya dönük bir kitaptı, öğretmenlerden çok iyi geri dönüşler aldık. Çocukların konuşma ve anlatım gücünü geliştiriyor dediler, resimlere baka baka öyküyü kendileri kurguluyorlarmış. O dönemde hazırladığım kitapların çoğu öğretime dönüktü kitaplardı. Kirpi Masalı’nın dışında. O hayali ilk kitaptı.
1990 da Serpil Ural ile Remzi Kitabevi’ne gittik. Fitifiti’leri yapmıştım. Bir de renkler, şekiller, sayılar ile bir küçük kitap dizisi. O dönem kimse çocuk kitaplarında renkli baskıya girmek istemiyordu. Pazarı yoktu, oyuncakçılarda satılırdı bazen. Şimdi okullara satılabiliyor çünkü eğitim de değişti. Okul öncesi eğitimine önem verildiği için satış olanakları çok daha fazlalaştı. Ayşegül kitapları vardı, beğenilirdi ama bence onlar resimli kitap (picture book) değildi. Çizgi romalar vardı ama picture book’un yerini tutmuyordu.
Yurtdışında ne oluyor ona bir bakayım dedim. Bratislava’ya çok katıldım, Bologna sergilerine de girdim. Barselona’da bir yarışmanın jürisinde yer aldım. Uluslararası komitelere girdim yani yabancılarla ilişkilerimi geliştirdim. IBBY’e kişisel üye oldum. IBBY’ın etkinliklerinden haberdar oldum. Bütün bunları Cumhuriyet gazetesinde veya Milliyet Sanat Dergisinde yazı yazarak, işte Bologna’dan resimler koyarak yurtdışındaki çocuk kitaplarından örnekler sunmaya çalıştım. İlk zamanlar Bratislava’da filan hep yalnızdım, başka Türk yoktu. Sonra bir sene 13 kişi girdi. Bratislava hep basılı, yayımlanmış kitap isterdi, katılım şartı oydu. Bologna’da ise biraz uçabilirdin, yayımlanmış olması gerekmiyordu. Şimdi Bratislava’da yayımlanmış kitaplar deyince bizde çok kısıtlı baskılar vardı, ödüllük kitaplar değildi ama sergilere katıla katıla ismin duyuluyor. Sonra İsveç Kütüphaneleri'ne gittim. Bir şekilde onlar duydular. Bizimle gelip çalışır mısınız diye teklif ettiler. O zaman Cem doğdu. 10 gün İsveç kütüphanelerinin konuğu olun, bütün bu bölgedeki kütüphanelere gidin, oradaki Türk çocuklarla kaynaşın, ülkelerinden birini tanısınlar, etkinlik yapın… Çok yoğun bir programdı. İsveç kütüphaneleri ve bir federasyon ortaklığı ile gerçekleştiriliyordu etkinlikler. Herkes çok kibardı, işimi kolaylaştırıyorlardı. Sonra anneler babalar da programa dâhil oldu. Birlikte söyleştik. başka yerlere de gittim. Hollanda’da program yaptım ödüller oldu. Bir seferinde Birleşmiş Milletlerde bir ödül aldım. Birleşmiş Milletler ’de konuşma yaptım. Sanatımı çocuklara yöneltmekten her zaman mutlu oldum.

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Hitler Oyuncağımı Çaldı

Hitler Oyuncağımı Çaldı, Judith Kerr'in II. Dünya Savaşı öncesi yaşananları bir kız çocuğunun gözünden anlattığı bir roman. Anna, ağabeyi Max ve ebeveynleri ile rahat bir hayat sürüp hep böyle devam edeceğini düşünürken hayatın akışına kapılan bir çocuk.

Anna'nın babası Almanya'nın ünlü yazarlarından biri. Sadece yazarlık kariyeri ile değil yükselen Nazilere karşıt görüşleri ile de tanınan biri, ayrıca Yahudi. Seçimlerin yaklaştığı bir dönemde aldığı bir telefon onu harekete geçiriyor. Çevresindeki iyimserlerin aksine ülkede bir şeylerin değişeceğini hissediyor ve hiç vakit kaybetmeden yeni bir hayat kurabilecekleri bir yer arayışına giriyor. Ailesini tehlikeye atmamak için bir gece gizlice ülkeden ayrılıyor.

Anna'nın annesi çocuklarına bundan kimseye bahsetmemeleri gerektiğini, babalarını soran olursa hasta olduğunu söylemelerini istiyor. Anna bunun nedenini tam olarak anlayamıyor ama annesinin sözünü dinlemeyi ihmal etmiyor.

Birkaç hafta sonra Anna, Max ve anneleri babaları ile buluşmak üzere İsviçre'ye gitmeye hazırlanıyorlar. Eşyaları ve oyuncakları arasında bir seçim yapmak zorunda kalan Anna, küçüklüğünden beri oynadığı oyuncağını yanında götüremiyor. Bu Anna'ya çok dokunuyor ama elinden fazla da bir şey gelmiyor..

Anna'nın mülteci hayatı İsviçre'de başlar. Aksanlar farklı olsa da burada Almanca konuşmaya devam eder Anna. Ancak farklı kurallara, adetlere alışmak onun için pek de kolay olmaz. Hayatı Berlin'de yaşadığından farklıdır. Tam yeni çevresine alışacakken ailesi Fransa'ya taşınmayı, burada bir hayat başlatmayı düşünür. Anne ve babası, Paris'te karar kılar. Tüm aile Fransa'ya taşınır. Burada sadece yeni adetleri değil yeni bir dil de öğrenmek zorunda kalır çocuklar. Hem eski hayatlarından çok farklıdır her şey. Daha önce hiç hesap etmedikleri şeyleri düşünmek zorundadırlar. Ama Anna için bunun pek önemi yoktur. O ailesi ile birlikte olmayı her şeyden üstün tutar.

Hitler Oyuncağımı Çaldı, farklı fikirlere tahammülsüzlüğün, ayrımcılığın insanların hayatlarını nasıl değiştirdiğini çocuk gözüyle anlatan bir roman. Judith Kerr kendi hayatından yola çıkarak bu romanı kaleme almış. Kitabın sonunda yer alan yazarın notu bölümünde Kerr şöyle sesleniyor okurlarına: "Bu kitabı kaleme almamın bir nedeni de kendini birdenbire fakir hissetmenin, yabancı ülkelerde yaşamanın, yabancı okullara gitmenin, yabancı diller öğrenmenin gerçekten nasıl hissettirdiğini onlara anlatmaya çalışmaktı." Kerr bunu ustalıkla da gerçekleştirmiş.

Hitler Oyuncağımı Çaldı, Berfu Durukan'ın çevirisi ile Tudem tarafından yayımlandı.

Ebru Akkaş

2 Mayıs 2014 Cuma

Uçmak İsteyen Kedi

Kedi Floro, küçücük bir köyde, büfe sahibi olan “koruyucusu, sahibesi ve can dostu” Bayan Paquita ile birlikte yaşamaktadır. Bayan Paquita, kendisi sigara içmediği halde, büfesinde Küba’dan gelen purolar, sigara ve pul satmaktadır. Hayatını kazanmak için bunu yaptığını söyleyen Bayan Paquita, sigara almaya gelenlere sigaranın zararlarını anlatarak onları yine de caydırmaya çalışır.

Floro, “en az okşamaları kadar tatlı, cicili bicili laflar eden”, şefkat dolu bu yaşlı can dostuyla konuşabilmeyi ve sırrını ona anlatabilmeyi çok ister.

Floro’nun sırrı gerçekleşmesini çok istediği bir hayaldir: Uçmak. Bu yüzden leyleği izler hep ve bir gün bu hayalini gerçekleştirmek üzere terk edilmiş yüksek bir binanın çatısına çıkar. Etrafta kedilerin olduğunu fark eder, ancak bunu sorun etmez. Onun uçtuğunu gören diğer kedilerin de kendisini izleyeceğini düşünür.

Floro, leyleği uzun uzun seyretmiştir; aynı anda havaya sıçrayacak ve kanatları olmadığı için dört bacağını çırpacaktır. Böylece uçacağına inanır Floro ve kendini boşluğa bırakır. “Ama ah! Kilosu ihanet eder Floro’ya; bilimin yasaları, havanın hareket kanunları, mantık ona ihanet eder,” ve biçilmiş otların üstüne düşer. Kötü yaralanan Floro’nun yardımına koşan kediler onu biraz rahatlatmak için yaralarını yalarlar. Sonra da “pati birliğiyle” onu Bayan Paquita’nın evine kadar götürürler. Yaşlı sahibesi fena halde yaralanan kedisiyle özenle ve şefkatle ilgilenir. O kadar ki büfesini ve müşterilerini ihmal eder. Bu da köyün halkı arasında bir rahatsızlığa yol açar.

Bu arada Bayan Paquita, kedi Floro’nun leyleğe hayranlıkla baktığını fark eder. Bir süre onu gözleyen yaşlı kadın, Floro’nun sırrını çözer ve can dostunun hayalini gerçekleştirmesine yardım etmeye karar verir. Nasıl mı? Kitabı okuyun, göreceksiniz.

İspanyol yazar José Cañas Torregrosa’nın yazdığı, María Fe Quesada’nın resimlediği ve Saliha Nilüfer’in çevirdiği Uçmak İsteyen Kedi, İletişim Yayınları’ndan çıktı. 

Kitap 8 yaş ve üstü çocuklar için öneriliyor.

Tülin Sadıkoğlu