Özgün resim ve metinleri ile çocuk edebiyatına değerli katkıları olan Sevgili Can Göknil ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
İki bölüm halinde yayımlayacağımız söyleşimizde Can Göknil’in sanat hayatına daha yakından bakacaksınız.
TS-EA: Sizin
resimle ilişkiniz nasıl başladı?
Can Göknil: Resimden önce
müzik ilişkim vardı o da kıskançlıktan doğmuştu. Çünkü ablam, üç yaş büyüğüm, piyano
çalıyordu. O zaman biz Ankara'da oturuyorduk. Oradaki önemli öğretmenlerden, ünlü
piyanist Mithat Fenmen’den, piyano dersleri alıyordu. Çok kabiliyetli olduğu
söylenirdi, ilkokula gitmeden evvel bunu yapmaya başlamıştı. Ben 3 yaş geriden
geldiğim o da piyano çaldığı için bana en yakın enstrüman keman geldi. Bari ben
de keman mı çalsam dedim çünkü ablamı bütün ilgiyi üstüne topluyor diye
kıskanıyordum. Onun üzerine hemen kemanlar alındı, küçük boyu bulundu. Ankara
Devlet Orkestrası’nın birinci kemanına rica edildi. Babam da keman çalarmış
eskiden, biz onun kemanını ablamla hatırlıyoruz. Sonra baktım olmayacak, iki
sene sonra bıraktım.
Resim henüz yoktu. İlkokuldaydım, Ankara Koleji’ydi o
zaman. Resim derslerinde sınıfa göre daha iyiydim, daha becerikliydim. Ortaokulu
Ankara'da bitirdim. İstanbul’a gelince özel okulların kendi sınavları vardı,
merkezi bir sistem yoktu o zaman. Annem Fransız ekolündendi, babam iş yapmaya
çalıştığı için İngilizce öğrenmemin daha doğru olacağını düşündü. Beni kolejin
imtihanına soktular, daha önce de Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ne ablam
yatılı olarak girmişti. Ben de kazanınca babam İstanbul'da iki kız yatılı, hayatta
olmaz dedi. İşini derledi, toparladı, ortağına bıraktı, biz İstanbul'a göç
ettik. O günlerde B.U. Robert Lisesi’ydi. Yüksek eğitim için sadece 3-4 fakülte
mevcuttu. Recep de Robert Lisesinden. O lise ikiyken ben hazırlıktaydım. Daha
lise 1 değildim, Ankara Koleji’nin İngilizcesi yetmedi. Biraz da haytaydım o
zaman. Amerikan sisteminde okuduk. Yapmaya çalıştıkları önemli bir şey de
aktiviteler ve sosyalleşme. Aslında okul Hristiyanların eğitimi için kurulmuş
fakat sonunda Türk aileler de çocuklarını yollamaya başlamışlar. Halide Edip,
Bülent Ecevit, Tansu Çiller, Genco Erkal, Nevra Serezli gibi pek çok isim...
Okulun tiyatro aktiviteleri çok önde gelirdi. Ben de dekora yardım ederdim.
Panolar boyardık hatta bir piyeste dekoru kendi başıma yapmıştım. Orada biraz
aşk meselesi de var. Çünkü Recep lise ikideydi, tiyatronun bütün ışık, ses
sistemini o yapardı. İşte bende hangi rolü verirlerse beraber olalım diye kabul
ederdim. Kıytırık veya bazen ana roller de olurdu. Hatta bir tane tiyatro
ödülüm bile var. Pirinç bir tepsiydi, sonra üstünde boya karıştırdım,
hatırlıyorum. Günler öyle geçti, sonra okulda seçmeli sanat dersleri de vardı.
Bir de kulüpler vardı. Mesela İzlerimiz
diye bir dergide çalışan edebiyat grubu vardı, dergiler çıkarırlardı. Evin
İlyasoğlu o dergide editördü, kendisi benim sınıf arkadaşım, Nevra Serezli
Recep'in arkadaşıydı. Bugün galerilerinde sergi açtığım Nuran Baktır Terzioğlu,
Nazan Erkmen, hepimiz aynı mahallenin çoçuklarıydık. Aşiyan, Bebek köyünün
mezarlığıydı, şimdi modamsı bir havası var. Her şey çok sade ve sakindi, hatta
Receplerin anneannesi bile Bebek'te büyüdüğü için o anlatırmış, rıhtımda herkesin
denize inen merdivenleri varmış. Konu komşu orada denize girerlermiş, balık tutarlarmış.
Böyle çok güzel zamanlar yaşanmış Bebek’de. Ben geldiğimde biz genç kızdık,
tabii ki sokaktan denize giremezdik. Annemle babam öyle bir şey istemediler.
Neyse o mühim değil. Kolej’deki Bu tiyatro aktiviteleri ve dekor planlamanın sanatsal
çabalarıma etkisi oldu.
Güler Okman Fişek,
şimdi psikolog. Onunla bir gün sinemaya gidecektik akşamüstü, benim bir saat
özel resim dersim var, Seniye Fenmen Taylan'la, sen gel benimle, dersimi izle, sonraki seansa gideriz dedi. Seniye Hanım'ın
Rumelihisar'da nefis bir atölyesi vardı. Seniye Hanım'ın Güler'e verdiği ders
benim çok hoşuma gitti. Çok ilgimi çekti. Bir portreyi ele aldılar Rönesans
zamanından, o yüzü geometrik bölümlere ayırdılar. Neresi üçgen neresi dörtgen.
Işık vurursa hangi şekil aydınlıkta kalır, neresi ışık almaz, zannederim portrede
ışık ve gölgeyi öğretiyordu Seniye Hanım. Çok hoşuma gitti. Eve gidince babama
rica ettim, ben özel bir ders alabilir miyim dedim. Bizimkiler iyi yetişmemize her
zaman gayret ettiler. Onlar savaş yıllarının, cumhuriyetin ilk yıllarının
yoksulluğunu yaşamış insanlar olduğu için doğru dürüst eğitim kazanamayıp
çalışmak zorunda kalmışlar, çocuklarına bu fırsatları veriyorlar. Eğitime
inanan bir ailem vardı, şans büyük şanş… Seniye Hanım'dan özel ders almaya
başladım ve Kolej’den mezun olana kadar 4 sene devam ettim. Aynı zamanda
okuldaki seçmeli sanat derslerini aldım.
Lise üçe geldim Recep ile de beraberiz
bu arada o artık üniversite birdeydi ama bölümünü sevmiyordu, ben burs alırsam
Amerika’ya gideceğim eğitim için dedi. Burslu gitmesi lazımdı. Bursu buldu. O
gidince ben de eve gelip baba ben de üniversiteye Amerika'da gitmek istiyorum
dedim. Babam yaz okullara dedi. Devlet Döviz Sınavı’nı Kazandım, Recep ile aynı
okulu da kazandım. Chicago'nun güneyinde özel bir okul. Ben sanat, o fizik
okudu. Aynı tarihte mezun olduk. Sonra New York'daki okullara yazdık. City
University of New York beni kabul etti, Recep de Columbia Üniversitesi'nde
asistanlık aldı. Biz yüksek eğitimimiz için birkaç kutu eşyamız ve köpeğimiz
ile New York'a taşındık. New York resim öğrencisi için en iyi merkezdi. Çünkü
her şey oradaydı, orada patlıyordu, sanat pazarı Paris değildi artık. Manhattan
adasında yaşamak, gece gündüz bütün sergileri gezmek... Yani ben Master’imi tamamladım
ve gayet iyi derece ile mezun oldum ama inanın şehrin bana verdiği birikim,
görüş, olgunluk, değerlendirme ve eleme olanaklarından çok öğrendim. 1968
sonlarından 1974'e kadar. Günde 4 sergi
geziyordum.
TS-EA: Şehrin size verdiği
birikim sizi okuldan daha çok besledi diyebilir miyiz?
Can Göknil: Şimdi İstanbul da öyle bir yer oldu. İstanbul
benim bırakıp gittiğim İstanbul değil, müthiş bir hareketlilik var. Pahalı fakat
bunun dışında New York da pahalıydı ama parasız aktiviteler de çoktu, galeriler
müzeler ve öğrenci günleri vardı. İnsanın kendisini sanatçı olarak geliştirmesi
için çok çok iyi bir yerdi. İkimiz de birbirimizin bir hamle daha yapmasına çok
gayret ettik. Önceleri grafiker olarak çalıştım. O zaman bilgisayar da yoktu.
Grafik de okumadım, işi bilmiyordum yani. Resimlerimden, tablo ve rölyeflerimden
bir portfolyo yaptım. Gazeteden ilanlara bakarak görüşmeye gidiliyordum.
Çalışma iznimiz o tarihte çıkmamıştı ama master yaptığımız için 1,5 yıl stajyer
olarak çalışmamıza izin vardı. Ambalaj, paket tasarımı yapan, matbaası da olan
Colour Print adında bir şirketin müdürü ile görüştüm. Beni baş grafikerinin
yanına verdi, usta çırak ilişkisi ile işi öğrendim. Sonra matbaaya geçtim.
Orada da devam ettim çalışmaya.
Sonra Türkiye'ye dönmem gerekti, bir
yakınımızın cenazesi vardı, işten ayrıldım. O kadar yaratıcı ve hızlı işleyen
bir şehirdi ki New York, o şehirde yaşarken ben de bir işe yarıyorum diyebilmek
insana iyi bir duygu veriyordu. Özgüveninin artmasını sağlıyor. Öğle
tatillerinde 5. Caddedeki kitapçılara gidiyordum. Orada keşfettim çocuk kitaplarını,
o kadar da büyülendim ki… Leo Leoni vardı, Frederick Fare, Küçük Kara Balık
vardı, o kitapların sanatsal boyutu... Ben bu işi sanki yaparım diye düşündüm
çünkü ruhum çok çocuksu, coşkularım çocuksu, ifade tarzım oldukça naif. O günlerde
Türkiye’ye döner miyiz dönmez miyiz onu düşünüyorduk artık çünkü evden ayrılalı
8 sene olmuştu. Bir şey daha öğreneyim dönmeden önce diye düşündüğümü de
anımsıyorum. Recep de First National City Bank’de sistem analisti olarak
çalışıyordu ve bana sen istersen grafiker olarak çalışma, serbest ol, resim yap
demişti. Çocuk kitaplarındaki
illüstrasyonları araştırdım. İyi bir araştırmacıyım, tetkik edip etüd edip
sonuca ulaşıyordum. Yayınevleri ile konuşma fırsatım oluyordu. Sonunda da Kirpi
Masalı işte ilk kitabımı oluşturmaya başladım. Resimli öykü olarak başlamıştım,
sonra onu götürüp çocuk kitabı editörüne gösterdim. Daha önce onlarla
çalıştığım için görüşebildim. Yoksa
illüstratörlerin temsilcileri var, önce onlarla konuşuluyordu. Bana önerilerde
bulunarak yol gösterdiler. Öyle yapma, böyle yap; bunu bir yayınevi editörü
ağzından duymak, onların grafikerleri ile oturup konuşabilmek yani bunlar da
çok önemli eğitimlerdi. Ne kitaplar çıkıyor, hangi konuda, hangi yaşlara
çıkıyor. Ben kendime en yakın picture book yaşını buldum. Çünkü ressamım,
resimden ilerleyerek iletişim kuruyorum. Dial Press’in editörü Kirpi Masalı’nı
sevdi ama benden beklentisi başkaydı. Çok tatlı bir hayvan masalı ama siz
İstanbul'dan geliyorsunuz, ne kadar farklı bir yer olmalı dedi. Kendi kültürünüzle
ilgili bambaşka bir şey yapmalısınız diye beni yönlendirdi. Düşündüm ben bizim
hakkımızda neler biliyorum? Çok iyi eğitim de alsam bile kendi kültürümü az
tanıyorum, yabancı eğitimin bu eksikliği oluyor. Hiçbir fikrim yoktu öz
kültürümü tanıyamamıştım ve böyle bir şey nasıl olur diye gücüme gitti. Gene
iyi araştırmacılığıma dönerek ilgi alanımı belirledim: İnançların sanata
dönüşmesi, objeleşmesi, öyküleşmesi, davranışları etkilemesi... Objeleşirse
folklor çıkıyor. Öyküleşirse mitoloji doğuyor. Ben sanatımda çıkışımı öz
kültürümü sahiplenerek böyle yönlendirdim. Hatta bu anlattıklarımın hepsini Gölgem Renkli Mi? kitabımda yazdım. Türk
inançlarının bir bölümünü okurken ama bunu bir tarihçi gibi sırayla filan değil,
benim ilgimi çekiş biçimine göre, öğrendiklerimi içselleştirdiklerimi sanatsal
bir verime dönüştürerek yol alıyordum. Bu bilgilerin ışığında birçok sergi
açtım.
Araştırmalara başladığımda
ilgi alanım folklorikti, Boratav'ı çok okuyordum o zamanlar. İnançlarla ilgili
davranışlar ilgimi çekiyordu. Türk insanının hele de onca sene yurtdışında
oturduktan sonra süpürge hakkında bir hikâye uydurması ya da bir yere bir çaput
bağlaması çok çarpıcı, çok resimsel geliyordu bana. Bunları kullanıyordum, nedenlerine
dair mitolojik öyküler çıkıyordu karşıma. Şimdi bu bana nasıl güzel uydu çünkü
benim resmimin her zaman öykü bacağı kuvvetlidir. Tablolarımın hepsinin hikâyesi
var. Naif yaklaşımım ise öğrenilen bir şey değil, insanın ruhu doğal olarak
sanatına yansıyor. (Kötülük görmedim ki hayatta, yaşam bana cömert davrandı.)
Sonra biz İstanbul’a
döndük, 1974'dü galiba ya da 73. O dönemde de Emirgan'a oturuyoruz. Apartman
çok hoştu, yatılı okul gibiydi, komşular yaşıtlarımızdı. Alt katta bir
Amerikalı profesör oturuyordu, Heath Lowry. Oğlu küçüktü. Bir gün kapımı çaldı,
işe gitmem lazım ve kimseyi bulamadım, oğlumu sana bırakabilir miyim dedi.
Tabii gelsin dedim. Ona yapmış olduğum Kirpi Masalı’nı anlattım. Resimleri bir
yandan gösteriyor, bir yandan da metni İngilizceye çeviriyordum. Çocuğun hoşuna
gitmiş. Sonra akşam babasını anlatmış. Babası ben görebilir miyim masalı dedi.
İşte burada dedim. Baktı, sonra seni arayacaklar dedi. Redhouse Yayınevi'nden
beni aradılar. Amerika'da yayınevi yayınevi
dolaşıp kendimi kabul ettirmeye çalışırken kendi çöplüğümde teklif önüme
geldi! Meğerse Redhouse’da resimli kitap yapmaya başlıyorlarmış. Kirpi
Masalı’nı Redhouse’da gösterdim, biz bunu basarız dediler. Yalnız bizim burada
renkli basma imkânımız yok, sizinle matbaaya gidelim, matbaada renklerin ne
şekilde uygulanabileceğini size söylesinler diye önerdiler. Matbadakiler çok
şekerdi. Biz renkli basamıyoruz, siz kontur verin bize, sonra gelin renk
çartlarından %30 mavi, % 40 sarı falan diye figürlerin içini doldurarak bütün
kitabı renklendireceğiz. Önce gözüm korktu ama sonra yapmaya çalışırım dedim.
Kirpi Masalı çıktı. Dört renk olarak 5 bin adet basmışlar. Önceden de bir tane
resimli kitapları vardı: Büyük Nedir?
O da bir adaptasyondu. Aslında güzel bir konu, göreceli olduğunu öğretiyor
büyük ve küçüğün. Daha sonra ben de böyle bir kitap yapmıştım Küçük Olmak diye. Küçük bir kuş,
büyüyemiyor, sen küçüksün deyip duruyorlar, o ise büyük olmak istiyor Sonra bir
büyük yumurta buluyor, üstüne çıkıyor, ben anne olursam büyük olurum diyor ve
kuluçkaya yatıyor. Yumurta bir açılıyor, içinden devekuşu gibi koskoca bir kuş
çıkıyor kim küçük, kim büyük iyice karışıyor. Öyle bir hikâyeydi, Almanya'da
basılmıştı.
Kirpi Masalı 1974de çıktı. İlk resimli kitabımdı. Daha sonra
okuyuculardan bir mektup geldi. Övgü mektubu. Ben de bitti, kitabım var diye
mutluyum, Emirgan'da resim yapıyorum. Sonra Redhouse'dan gene aradılar. Hadi,
başka ne getireceksiniz? Başka bir şey yapmadım, yapmam mı lazım diye sorunca
siz gelin, bir konuşalım dediler. Gittim, biz sizinle devamlı çalışmak
istiyoruz. Bütün yuva ve ana mekteplerini gezin, ne çeşit kitaplar gerektiğini
öğrenin diye önerdiler. Gülçin Alpöge ile de bu etapta tanıştım. Boğaziçi’nde
çocuk yuvasındaydı. Alfabe, sayı kitabı, taşıtları tanıtmak için kitaplar isteniyordu.
6 ay gezdim okulları, not alarak... Bundan bir rapor sundum yayınevine, neler
gerektiğini ve kitap konularını oradan belirledik. Harfler, sayılar, renkler
şekiller, kavramlar, tekerlemeler, ekoloji, hakkında resimleri yapa yapa 14
kitap oldu.
TS-EA: O dönem siz sadece
kitapları resimliyor musunuz peki?
Can Göknil: O zamanlar küçük
küçük yazmaya başlamıştım. Hangisi büyük, bu ne renk, kim kaptı, gibi minik
altyazılar. Hatta bir tane de çiçek kopartmak yasaktır diye bir kitap
resimlemiştim. Bekçi köpeği bir bahçeyi koruyordu. Çirkin bir kız geliyor,
çiçek kopartmak istiyor, köpek muumuu yapıyor, yazı yok. Öykü resimle
anlatılıyor. Sonra kız köpeğe bir kemik uzatıyor böylelikle köpeği kandırıyor
ve tutunca çiçekleri kopartıp alıyor. Ondan sonra köpek çok üzülüyor, sargı
beziyle tüm çiçekleri sarıyor. Doğaya dönük bir kitaptı, öğretmenlerden çok iyi
geri dönüşler aldık. Çocukların konuşma ve anlatım gücünü geliştiriyor dediler,
resimlere baka baka öyküyü kendileri kurguluyorlarmış. O dönemde hazırladığım
kitapların çoğu öğretime dönüktü kitaplardı. Kirpi Masalı’nın dışında. O hayali
ilk kitaptı.
1990 da Serpil Ural
ile Remzi Kitabevi’ne gittik. Fitifiti’leri yapmıştım. Bir de renkler,
şekiller, sayılar ile bir küçük kitap dizisi. O dönem kimse çocuk kitaplarında
renkli baskıya girmek istemiyordu. Pazarı yoktu, oyuncakçılarda satılırdı bazen.
Şimdi okullara satılabiliyor çünkü eğitim de değişti. Okul öncesi eğitimine
önem verildiği için satış olanakları çok daha fazlalaştı. Ayşegül kitapları
vardı, beğenilirdi ama bence onlar resimli kitap (picture book) değildi. Çizgi
romalar vardı ama picture book’un yerini tutmuyordu.
Yurtdışında ne
oluyor ona bir bakayım dedim. Bratislava’ya çok katıldım, Bologna sergilerine
de girdim. Barselona’da bir yarışmanın jürisinde yer aldım. Uluslararası
komitelere girdim yani yabancılarla ilişkilerimi geliştirdim. IBBY’e kişisel
üye oldum. IBBY’ın etkinliklerinden haberdar oldum. Bütün bunları Cumhuriyet
gazetesinde veya Milliyet Sanat Dergisinde yazı yazarak, işte Bologna’dan
resimler koyarak yurtdışındaki çocuk kitaplarından örnekler sunmaya çalıştım. İlk
zamanlar Bratislava’da filan hep yalnızdım, başka Türk yoktu. Sonra bir sene 13
kişi girdi. Bratislava hep basılı, yayımlanmış kitap isterdi, katılım şartı
oydu. Bologna’da ise biraz uçabilirdin, yayımlanmış olması gerekmiyordu. Şimdi
Bratislava’da yayımlanmış kitaplar deyince bizde çok kısıtlı baskılar vardı, ödüllük
kitaplar değildi ama sergilere katıla katıla ismin duyuluyor. Sonra İsveç
Kütüphaneleri'ne gittim. Bir şekilde onlar duydular. Bizimle gelip çalışır
mısınız diye teklif ettiler. O zaman Cem doğdu. 10 gün İsveç kütüphanelerinin
konuğu olun, bütün bu bölgedeki kütüphanelere gidin, oradaki Türk çocuklarla
kaynaşın, ülkelerinden birini tanısınlar, etkinlik yapın… Çok yoğun bir
programdı. İsveç kütüphaneleri ve bir federasyon ortaklığı ile
gerçekleştiriliyordu etkinlikler. Herkes çok kibardı, işimi
kolaylaştırıyorlardı. Sonra anneler babalar da programa dâhil oldu. Birlikte
söyleştik. başka yerlere de gittim. Hollanda’da program yaptım ödüller oldu.
Bir seferinde Birleşmiş Milletlerde bir ödül aldım. Birleşmiş Milletler ’de
konuşma yaptım. Sanatımı çocuklara yöneltmekten her zaman mutlu oldum.