Kentlerde yaşayan insanların, özellikle çocukların doğadan ne kadar kopuk olduklarını günlük hayatın keşmekeşi içinde fark edemiyoruz. O yüzden, bir süre önce dinlediğim bir anektod, beni hem güldürmüş hem de endişelendirmişti. Anektod annesiyle birlikte dalından kiraz yemeye gidecek olan bir çocukla ilgiliydi... Her ikisi de güzel bir gün geçireceklerini düşünerek keyifle gidecekleri yere doğru yol alırlarken çocuk annesini bir manava doğru sürüklemiş ve kiraz almaları gerektiğini söylemiş. Anne, buna anlam verememiş; çünkü gidecekleri yerde kirazları ağaçtan yiyeceklermiş. Ancak çocuğun kafasındaki “dalından kiraz yeme” resmi annesininkinden biraz farklıymış. O, manavdan kiraz alacaklarını, bunları dallara asacaklarını ve öyle yiyeceklerini zannediyormuş. Kirazın ağaçta değil manavda yetiştiğini düşünüyormuş. Böyle düşündüğü için onu suçlayabilir miyiz?
Tohumun Rüyası adlı kitabı görünce de aklıma bu kez köylerde yaşlı kadınların tohumlarını çeyiz sandıklarında, bir hazineymişçesine sakladıkların; tohumları kimselere göstermediklerini öğrendiğimde ne kadar şaşırdığım geldi. Kendimi kirazın manavda yetiştiğini zanneden çocuk gibi hissettim; çünkü Anadolu “gerçek bir tohum cenneti” olarak görülüyordu. Ancak, yine bir süre önce öğrenmiştim ki Anadolu “günden güne bu mirasını” kaybediyor. Tek kullanımlık hibrit tohumların kullanılması ne çiftçinin ne toprağın hiç de yararına olmuyor. Doğanın sunduğu tohumlar giderek azalıyor.
Bütün bunlar aklıma gelince ,iyi ki Nalan Özdemir Erem bu kitabı yazmış,
iyi ki Sahar Bardai resimlemiş ve iyi ki Sarıgaga da yayımlamış diye
düşündüm. Kim bilir, “bir gece rüyasında kalbine kitap doğan; yaşamı başlatan
tohumun yolunu izleyen” yazara “yanıt veren kelimeler” bizlerin de kulağını
toğrağa, yaşama, Güneş’e, Ay’a, ağaca, rüzgâra açar ve kim bilir duyacaklarımız
bizi nerelere götürür.
Tülin Sadıkoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder