29 Aralık 2014 Pazartesi

İsveçli yazar, illüstratör Sven Nordqvist'ten Pettson ve Findus'un maceraları

Küçük Findus Kaybolunca, İsveçli yazar ve illüstratör Sven Nordqvist'in yaşlı Pettson ile kedisi Findus'un maceralarını anlattığı dizinin kitaplarından biri.
Kitap kedi Findus'un kaybolma hikâyesini sahibi Pettson'dan tekrar anlatmasını istiyor. Findus'u kıramayan Pettson da olayları en başından beri anlatmaya başlıyor.

Pettson bir çiftlik evinde yaşayan, bazen de kendini çok yalnız hisseden birisi. Arada komşuları ziyaretine geliyor ama o da kırk yılın başı. Bu misafirliklerden birinde Pettson'un komşusu Beda Andersson, onun bir kedisi bile olmadığından dem vurur. Bir sonraki ziyaretinde bir yavru kedi getirir komşusuna. Pettson, yavru kediye içinde olduğu karton kutunun üzerinde yazan ismi verir: Findus! Sonra bir akşam Findus merakına yenik düşüp çiftliği keşfetmek ister ve kaybolur. Serüveni de böyle başlar.

Küçük Findus Kaybolunca'da Findus küçük bir çocuk gibidir. Bildiği ve yaşadığı bir olayı defalarca anlatmasını ister sahibinden. Sonunu bildiği için bu öykü ona güven verir. Tıpkı defalarca aynı kitabın okunmasını talep eden çocuklar gibi...

Pettson ve Findus'un maceralarının anlatıldığı kitaplarda sadece metinler değil resimler de oldukça dikkat çekici. Metinleri tamamlayan resimlerin kendi içinde bin bir detay barındırdığı ve kitaba ayrı bir mizah duygusu kattığı ise başka bir gerçek. Metinler bir kez okunduğunda hikâye anlaşılır ama resimlerdeki ayrıntılar için kitaplar defalarca karıştırılır.

İlk kez 1985 yılında yayımlanmaya başlayan Pettson ve Findus kitapları birçok dile çevrilmiş. Dokuz kitaptan oluşan dizinin Türkçeye çevrilen 4 kitabı var. Ayrıntı Yayınları'nca Ali Arda çevirileri ile yayımlanan kitaplarsa şöyle: Doğum Günü Pastası, Pettson Çadır Kuruyor, Küçük Findus Kaybolunca ve Tilki Avı.

Sven Nordqvist, çocukların kütüphanelerinde en azından bir kitabının olması gereken bir yazar.

Ebru Akkaş

26 Aralık 2014 Cuma

Bir Kediden Mektuplar

Çocuk kitaplarının vaz geçilmez kahramanlarından birisi de kedilerdir. Amerikalı yazar Helen Hunt Jackson da (1830-1885), Bir Kediden Mektuplar başlıklı kitabında küçük bir kızın kedisi olan Pisiciğin başına gelenleri anlatıyor.

Kitap iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm olan girişte, Pisiciğin, aileye nasıl katıldığını, küçük kızla olan ilişkisini, yol açtığı komik olayları, yıllar geçtikçe yaşlanan ve şişmanlayan Pisiciği, küçük kızın annesi bir bakımevine göndermeyi teklif ettiğinde küçük kızın buna şiddetle karşı çıktığını öğreniyoruz. Ancak öyle bir an gelir ki, annesi, küçük kıza sormadan Pisiciği yolladığını söyler küçük kıza. O zamandan sonra da başka bir kedisi olmaz...

Kitabın ikinci bölümü, Pisiciğin küçük kıza yazdığı mektuplardan oluşuyor. Mektuplar küçük kızın babasıyla yaptığı bir seyahat sırasında yazılmıştır. Kedilerin okuma-yazma bilmediğinden emindir; o yüzden başta biraz şüphe etse de dünyada eşi benzeri olmadığına inandığı kedisinin mektupları yazdığından şüphesi olmaz küçük kızın:

Bu mektupları benim Pisiciğim kendisi mi yazdı aslında pek emin değilim. Mektuplar benim elime annemin veya başka arkadaşlarımın yazdığı mektupların içinde ulaştı ve ben evdeyken Pisiciğimi hiç yazarken görmedim. Ama mektuplardaki el yazısı çok kötüydü ve hepsi de Pisiciğimin adıyla imzalanmıştı. Üstelik ne zaman anneme bu mektuplar hakkında bir şeyler sorsam, sanki ortada çok gizemli bir durum varmış gibi bir tavır takınırdı. Bu yüzden büyüyüp kocaman bir kız olana kadar Pisiciğimin bu mektupları hava karardıktan sonra oturup kendi başına yazdığından hiç şüphe etmedim.

İkinci bölümdeki mektuplarda Pisicik başına gelen komik olayları ve bazı talihsizlikleri anlatıyor. Küçük kızın annesinin de evden gitmesiyle evde kalan Mary ve başka bir kadının nasıl evi soymaya çalıştıklarını ve aslında bu konuda ne kadar yanıldığını, bütün bunları araştırırken nasıl evden uzakta kaldığını, yan komşunun şahane kedisi Sezar’la arkadaşlığı, pencere yok sanıp dışarı zıplamak istediğinde kafasını nasıl cama çarptığını, arap sabunu fıçısına düştükten sonra başına gelenleri ve daha pek çok şeyi anlatıyor Pisicik. Tabii küçük kızı ne kadar özlediğini ve onu ne kadar sevdiğini de...

Helen Hunt Jackson’ın yazdığı Emel Aslan’ın çevirdiği Bir Kediden Mektuplar, ODTÜ Yayıncılık tarafından yayımlanıyor. Hem hüzün, hem neşenin bir arada yer aldığı bu kitabın 7 yaş üstü okurlar için uygun olduğunu söyleyebiliriz.

Tülin Sadıkoğlu

24 Aralık 2014 Çarşamba

Güneşi Kıskandıran Kız

Tuna Kiremitçi, ilk çocuk kitabı Güneşi Kıskandıran Kız’ı anlatmaya bir zamanlar diye başlıyor.  Kiremitçi böylece bize bir masal anlatmayı vaat ediyor. Tüm masallarda olduğu gibi bu masalın hangi zamanlarda geçtiğini bilmiyoruz. Kiremitçi masal kahramanı Sumru’yu bukle bukle dökülen sarı saçlarıyla tasvir ederken bir diğer masal kahramanı Rapunzel geliyor aklımıza ve benzerliğin bu kadarla sınırlı kalmasını istiyor daha da merak ediyoruz olacakları.

Sumru, gökyüzünde zenginlik ve refahın simgesi sayılan altın sarısı topu gördüğünü hiç hatırlamıyordu; çünkü güneş kendini en son Sumru iki yaşındayken göstermiş bir daha da gözükmemişti. Ardından göğü karanlık bulutlar kaplamıştı. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı; ama neydi? Sumru'nun köyünde tıpkı Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’taki Macondo’sunda olduğu gibi yıllardır dinmeyen bir yağmur yağıyordu. Köy halkı Sumru gibi güneşe yani umuda, hayata hasretti.

Kara bulutların dağılmamasının sebebini bulamayan köy halkı çareyi cavı avı başlatmakta buldu. Buna kendi aralarında sıra dışı hayat sürenlerin -aslında köyün rengi sayılması gerekenlerin- sebep olduğunu düşündüler. Hayvanlarla iletişimi olduğu için ilk şüpheli ihtiyar Nurettin'di. Canını zor kurtarıp köyden kaçtı. Sonra sıra cüceye geldi, ardından sihirbaza, sonra müzisyene ve en son da cambaza... Hepsi köyü terk etmek zorunda kaldı.

Tüm bunlara rağmen güneş kendini göstermedi. Köy de sıkıcı bir yere dönüştü. Köy halkı hurafelerden sonuç elde edemeyince akıl ve bilimle bir sonuca ulaşmaya çalıştılar. Bir çözüm bulmak için uğraşıp durdular ama dertlerine çözüm bilim yoluyla da bulunacak gibi değildi
.
Burada devreye her masal kahramanı gibi korunaklı hayatından uzaklaşması, sınanması ve çaba göstermesi gereken Sumru girer. Sumru, arkadaşı Emre ile güneşi bulmak için yola çıkar. Hedefleri hep doğuya giderek güneşe ulaşmaktır. Onlara anlatılan masallar dışında bir şey bilmeden ormanın içinde umut arayışları başlar. Sumru köyden çıkar çıkmaz da güneş kendini gösterir. Acaba güneşin Sumru ile bir derdi mi vardır?
Sumru'nun yolculuğunda rüyaları kadar köyden kovulanlar da ona eşlik eder onlara. Adı ile tezat yerler, onları umutsuzluğa sevk eden tatsızlıklar yaşanır. Yaşadıklarının "saçma bir masal" gibi olduğunu kahramanın da dilinden dökülüverir. Sumru, muradına erecek mi peki? Bu sorunun yanıtını masalı okuyacaklara bırakalım.
 
Çocuk kitaplarından ya da masallardan illa ders çıkarılacak diye bir kaide yok elbet. Ancak Kiremitçi'nin anlattığı modern masal, yer yer fantastik öğelerin devreye girmesiyle kıskançlık, önyargı gibi konulara değiniyor. Bu mesajlar yer yer kendini fazlasıyla hissettiriyor.

Çocuk kitabının olmazsa olmazı resimlere gelince... Sumru'yu yazarın tasviriyle bukle saçlı bir kız beklerken çizimlerde düz saçlı bir kız görmek dışında metin-resim ilişkisi dengeli. Kırmızı Kedi Yayınları etiketi ile piyasaya çıkan Güneşi Kıskandıran Kız, Yazı karakteri ve konusu itibarı ile 8 yaş üstü çocuklara hitap ediyor.

Ebru Akkaş

22 Aralık 2014 Pazartesi

Dokuz Korkusuz Kafadar

Bir zamanlar çok da uzak olmayan bir yerde Nilüfer adında bir diyar varmış. Ürkütücü bir ormanın hemen yanı başındaymış bu diyar. Ormanın gerisinde ise karlı bir dağ, bulutlara kadar yükseliyormuş.

Bu diyardaki insanlar neşe ve mutluluk içinde yaşarlarmış. Büyükler her şeyi keyifle yaptıkları için çocuklar da onları taklit etmek için yarışırlarmış. Ancak bir gün Nilüfer'deki çocuklar üçer beşer, beşer on beşer kaybolmaya başlamış. Anne babalar, geriye kalan dokuz çocuğu korumak için onları bir kuleye saklamışlar ve kaybolan çocukları nasıl bulacaklarını düşünmeye başlamışlar. Kuledeki çocuklar ise beklemekle yetinmeyip kaybolan arkadaşlarını aramak üzere kuleden inmenin bir yolunu bulmuşlar, evlerine gidip giyinmişler, çantalarını hazırlamışlar ve yola çıkmışlar. Dokuz korkusuz kafadar, yani: Marangozun oğlu Furkan, şarkıcının oğlu Güntekin, terzinin oğlu Onur, dansçının kızı Rabia, berberin oğlu İlhan, ressamın oğlu Kerem, aşçının oğlu Hüseyin, kemancının oğlu Taha ve hemşirenin kızı İnci.

Bu dokuz kafadar arkadaşlarını ararken pek çok kişiyle karşılaşacak ve her biri ayrı ayrı becerilerini kullanarak bu insanların hayatlarını düzeltecek, güzelleştireceklerdir. Arkadaşlarına ne olduğunu merak ediyorsunuz, elbette. Sonunda onları bulurlar bulmasına da...

Dokuz Korkusuz Kafadar, Nilüfer Belediyesi'nin "Kitap İyi Gelir" projesi kapsamında gerçekleştirilen bir proje. Projenin amacı tanıtım bülteninde anlatıldığı üzere, "Hastanelerin klinik bölümlerinde uzun süre tedavi gören çocukların yaşadıkları zorlu sürecin üstesinden gelmelerine kitaplar aracılığıyla destek olmak." Proje, Nilüfer Belediye Kütüphaneleri'nin girişimiyle; Bursa Dörtçelik Çocuk Hastanesi, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hematoloji Onkoloji Bölümü ve Bursa Lösemili Çocuklara Yardım Derneği işbirliğiyle gerçekleştirilmiş.

Yazar Sara Şahinkanat, "Hikâye Kurma ve Geliştirme" oturumlarında, dokuz çocukla birlikte Dokuz Korkusuz Kafadar başlıklı bu hikâyeyi oluşturmuş ve Deniz Üçbaşaran da kitabı resimlemiş. Dokuz korkusuz kafadar ise: Furkan İnci, Güntekin Uslu, Onur Çam, İlhan Özdemir, Rabia İrem Şimşek, Kerem Çetinkaya, Taha Öndeş, Hüseyin Şeker, İnci Buğlem Akşeker.

Güzel bir öykü okumanın yanı sıra insana gerçekten de "iyi" gelen, "iyi" hissettiren böylesine bir projenin gerçekleştirilmiş olmasından dolayı mutlu oluyorsunuz. Öyküdeki çocuklar karşılaştıkları hiçbir sorun karşısında yılgınlığa kapılmıyor ve her biri kendi becerisini kullanarak sorunlara çözüm buluyorlar. Böylece hem diğerleri hem de kendileri mutlu oluyor. Kitabı okuduktan sonra benim de içim umutla doldu, diyebilirim. İstenirse her güçlüğün aşılabileceğini hatırlatan Sara Şahinkanat'a ve muhteşem dokuz kafadara, bu projeyi gerçekleştiren Nilüfer Belediyesi'ne, insanı resimleriyle büyüleyen Deniz Üçbaşaran'a kendi adıma teşekkür etmek isterim. Bu vesileyle Nilüfer Belediyesi'nden sevgili Zeyneb Terzioğlu'nu ve Dilber Koç'u da sevgiyle anıyorum. 

Tülin Sadıkoğlu

19 Aralık 2014 Cuma

Kuş Okulu

Mehmet Güler'in öykülerden oluşan kitabının ilk öyküsü Kuş Okulu, kitaba adını da veriyor.Kınalı adında, ilkokula yeni başlayan bir ardıçkuşunu anlatıyor öykü.

Kınalı gayret gösterip, çalıştığı halde okumayı doğru dürüst geliştiremeyen bir kuş. Okumasını ilerletmek için annesinin yükse sesle okumalar yapması tavsiyesini yerine getirmek istese de çevresindekiler bundan rahatsız oldukları için onu bulunduğu yerden kovarlar.
Okulda, evde kendine rahat olmadığını anlayan Kınalı çareyi ormana gitmekte bulur. Ancak orman sakinleri de ondan şikâyetçi olur hatta onunla alay bile ederler. Sonra birden kartalın sesi duyulur ormanda, Kınalı'ya seslenir. Kınalı önce korkar ama sonra cesareti yerine gelir.

Kitapta yer alan bir diğer öykü olan Elma Kurdu, okurlara farklı bakış açıcı sunan bir öykü. Elma yemeği seven ve okulda ders arasında yiyeceği elması için iştahı kabaran bir kıs ile elmanın içinden çıkan kurdun hikayesini anlatıyor bize. Kız kurda hevesini kursağında bıraktığı için söylenirken ilk anlarda neler olduğunu anlayamayan kurtçuk kendine geliyor ve yaşanan duruma "Burası senin elman değil, benim özyurdum!" diye itiraz ediyor. Diyalogları

Kuş Okulu'nda yer alan diğer öykülerse şöyle: Kumrular, Matruşkalar ve Melis, Görünmez Kuş, Resim Yapıp Gökyüzüne Asanlar, Klavyedeki Geveze Harfler, Dünyayı Renklendiren Çocuk, Kırmızı Tüy, Buzdan Mercek ve Hormonlu Hayat.

Sahar Bardaie'nin resimlediği kitap Nesin Yayınevi tarafından yayımlandı.

Ebru Akkaş

















17 Aralık 2014 Çarşamba

Evim, Evim, Güzel Evim! Dünya Evleri... Evlerin Dünyası...

Bu evde yaşasaydınız [Yüzen Evler], yatak odanızdaki pencereden güneşin doğuşunu görebilir, evinizin döndüğünü hissedebilir, akşamları da aynı pencereden güneşin batışını izleyebilirdiniz! Manzarayı değiştiştirmek için dümeni kullanmanız, yani yüzen evinizi döndürmeniz yeterli olurdu. Kıyıya çıkmak istediğinizde ise, yüzen evin yaklaşık 7 metre uzunluğundaki metal iskele merdivenini kullanırdınız.

Böyle bir evde yaşamak ister miydiniz? Denizi sevenler, belki de hemen, “Evet!” diyeceklerdir. Hollanda’nın geleneksel gemi evlerinden esinlenerek tasarlanmış bu “yüzen evler”. Çevre dostu olarak da biliniyorlar. Evinizi ısıtmanız için güneşe doğru dönmeniz, serinletmek için de güneşin ters yönünde hareket etmeniz yeterli olabiliyor. Ama benim aklıma hemen fırtına çıktığında ne yapmak gerekir, sorusu geliyor... O yüzden kitabın diğer sayfalarında gezinmeye devam ediyorum.

Eviniz böyle olsaydı, “Şato” adı verilen evinize girmek için üç tane açılır-kapanır köprüden geçmeniz gerekecekti! Evinizde, uçsuz bucaksız koridorlar, içlerinde istediğiniz gibi koşturabileceğiniz düzinelerce oda ve üzerine çıktığınızda kilometrelerce uzakta neler olup bittiğini görebileceğiniz yedi ayrı kule de olabilirdi. Ayrıca, evinizin çevresindeki “hendek”te vakvaklayan ördekleri, kuğuları, kurbağaları ve kaplumbağaları izleyebilirdiniz.

Yazarın verdiği bilgiye göre bu şatolar Ortaçağ’dan modern zamanlara kadar Fransa’da yapılıyormuş. Kitaptaki illüstrasyon ise yapımına 1419’da başlanan La Bréde Şatosu’nun 1700’lerdeki halini gösteriyor. O dönemde şato ünlü Fransız yazar, düşünür Montesquieu’ye aitmiş.
 
Bir şatoda yaşamak nasıl olurdu, diye hayal ediyorum hemen... Ama o kadar farklı evler var ki, insan farklı nedenlerle hepsinde yaşamak isteyebilir.

Dağ evleri “Châtelet”ler, içine çatıdan girilen evler, modern “mağara” evleri, direkler üstündeki “deniz evleri” ve daha başka pek çok ev çeşidi yer alıyor bu kitapta. Bazıları epey şaşırtıcı! En azından benim için; örneğin, daha önce çatıdan girilen bir ev ne görmüş ne de hayal etmiştim. Farklı evleri gördükçe böyle bir evde yaşayabilir miydim, diye düşünüyorsunuz. Ya da niye öyle yapıldıklarını düşünmeye başlıyorsunuz. Bu noktada yazarın size verdiği ek bilgiler çok işe yarıyor. Üstelik yalnızca evler hakkında bilgi edinmekle kalmıyorsunuz; dünya tarihi, ülkelerin mimarileri ve kültürel miraslarıyla ilgili de bir fikir sahibi oluyorsunuz.   

Giles Laroche’un yazıp resimlediği, Ece Özkan’ın Türkçeleştirdiği Evim, Evim, Güzel Evim! Dünya Evleri... Evlerin Dünyası, Kelime Yayınları tarafından yayımlanıyor. Kitabı 6 yaş ve üstü okurlar için önerebiliriz. Ancak dünya evleri hakkında bilgi edinmek isteyen herkes bu kitabı ilgi çekici, bilgilendirici bulacaktır.

Tülin Sadıkoğlu

15 Aralık 2014 Pazartesi

Uluslararası Guadalajara Kitap Fuarı İzlenimleri




Geçen haftalarda Meksika'da düzenlenen, fellowship programı davetlisi olarak gittiğim, FIL Uluslararası Guadalajara Kitap Fuarı (Freia Internacional del Libro de Guadalajara) ile ilgili izlenimlerimi sizlere aktarmak istiyorum. 

Guadalajara Üniversitesi tarafından 28 yıldır düzenlenen ve bir üniversite tarafından düzenlenen tek kitap fuarı olma özelliği taşıyan FIL'in bu seneki teması çocuk ve gençlik edebiyatı olarak belirlenmişti. Bu sebeple fellowship programındaki (dostluk ve çalışma grubu da diyebiliriz) İspanyolca dışındaki anadillerde bağımsız yayıncılık yapan yayınevlerinden seçilen 8 editörden biriydim. Diğer arkadaşlarım Yeni Zelanda, Kanada, Amerika Birleşik Devletleri, Tayvan, İsveç ve Brezilya’dandı. Güzel bir ekiptik. Grupta, çok satan kitaplar değil de edebiyat türünde kitaplar yayımlamayı tercih eden bir yayıncılık anlayışı hâkimdi.

6 gün süren bu programda herkes ülkesindeki çocuk edebiyatı yayıncılığı ile ilgili bir sunum yaptı. 20 milyona yaklaşan çocuk ve genç nüfusumuz herkes için dikkat çekiciydi. Bu ortak çalışmalarda ülkemize özgü olduğunu düşündüğüm bazı konuların/sıkıntıların aslında evrensel olduğunu fark ettim.

1. “Bir hikâye/kitap yazdım ve çocuklar bayıldı, yayınlatmak istiyorum,” diyen öğretmenler,
2. Kitapla ilgili yayınevine telefon açıp şikâyette bulunan öğretmen ve veliler,
3. Resim/metin uyarlama sorunları,
4. Bir kahveye 5 dolar verip alırken 10 dolarlık bir kitabın pahalı bulunması gibi serzenişler hepimizin ortak paydasıydı.

Bununla birlikte İspanyolca ve Portekizce yayıncılık yapan birçok yayınevi ile bir araya geldiğimizde bu yayıncıların kitapevlerinde çocuk kitaplarına yer bulunamaması, çocuk kütüphanelerinin yeterli olmaması, satış konusunda okullarla bağlantılı çalışmaları gibi sorunları dile getirdiğine şahit oldum. Bizden farklı olarak Latin Amerika ülkelerinde devletin yayınevlerinden edebiyat türündeki kitapları aldığı ve okullara/kütüphanelere dağıttığı bilgisini de paylaştılar.

Ibero-America diye adlandırdıkları İspanyolca ve Portekizce konuşulan ülkelerdeki çocuk ve gençlik edebiyatını teşvik etmek amacıyla 2005’ten beri La Fundación SM tarafından bir ödül veriliyor. Yine Ibero-Americalı illüstratörleri tanıtmak amacıyla bir katalog yayımlanıyor. (Katalogun tasarımı da bir o kadar dikkat çekici.) Kataloga seçilen illüstrasyonlar Bologna’daki gibi fuar süresince bir salonda sergilendi. Artistik diyebileceğimiz çok sayıda kitap vardı.

Yılda 5 kitap yayınlayan yayınevleri çoğunluktaydı. Latin Amerika ülkeleri arasında çocuk yayıncılığında Arjantin  öncülük yapıyor. Liste Kolombiya, Meksika ve İspanya olarak devam ediyor.  Çeviri kitaplar konusunda Brezilya’nın yüzdesi oldukça yüksek; hak alım-satımı için kitapları hem Portekizce hem de İspanyolca yayımlıyorlar. Grafik/çizgi roman üretiminde Meksika öncülük ediyor. Meksika’da okuma oranı düşük olduğu halde bu türe ilgi oldukça yoğun. Elektronik yayıncılık ve e-kitap oranı Latin Amerika ülkelerinin üretiminde oldukça düşük bir yüzdeye sahip. Çocuk kitaplarının telif satışı ile ilgilenen fazla sayıda ajans olmamakla birlikte ajans sayısının gün geçtikçe arttığı söylendi.

Guadalajara Kitap Fuarı, tıpkı İstanbul Kitap Fuarı gibi 10 gün süren hem halka hem de ajanslara açık bir fuar. Fuarda çocuk yayıncıları için değil çocuklar için ayrı bir salon tahsis edilmişti. Burada sadece kitaplar değil çocuklar için hazırlanmış birçok etkinlik, okuma alanı ve bir konser salonu vardı. Merak edenler izleyebilir:


Fuardayken ÇGYD’nin düzenleyeceği 2018 IBBY Kongresi için Gülçin Alpöge’den aldığım tanıtım broşürlerini görüştüğüm yayıncı ve ajanslarla paylaştım. Herkesin kongre bahanesi ile İstanbul’a gelmeye çok istekli olduğunu söylemeden edemeyeceğim.

Ebru Akkaş

12 Aralık 2014 Cuma

Ayı Olmayan Ayı

Etrafınızdaki herkes size başka biri olduğunuzu söylese ne yapardınız?

Güneye doğru uçan kaz sürüsü, sararıp kuruyarak ağaçlardan dökülen yapraklar kış mevsiminin yaklaştığını haber vermektedir. Ayı için mağaraya çekilip kış uykusuna yatma vakti gelmiştir.

Ayı mağarasında uyurken yukarıda hummalı bir çalışma başlar. Çizim planlarıyla, makineleriyle, testere ve baltalarıyla bir sürü adam gelmiş ve devasa bir fabrika kurmuşlardır. Hem de tam Ayı’nın mağarasının üstüne. Bahar gelip de Ayı uyandığında nerede olduğunu anlayamaz:

Orman neredeydi?
Çimenler neredeydi?
Ağaçlar neredeydi?
Çiçekler neredeydi?

Ayı, rüya görüp görmediğini anlamaya çalışırken binalardan birinden bir adam çıkar ve ona işinin başına dönmesini söyler. Ayı, bir ayı olduğu yanıtını verir. Ama ne ustabaşı, ne genel müdür, ne üçüncü, ne ikinci, ne birinci başkan yardımcısı, ne de başkan onun ayı olduğuna inanır. Onlara göre Ayı, “ayı falan değildir. İyi bir tıraşa ihtiyacı olan, kürk palto giymiş budala adamın tekidir”.  Başkan, bir ayı olsaydı Ayı’nın fabrikada değil bir hayvanat bahçesinde olacağını söyler. Ayı, ısrar edince de onu alıp hayvanat bahçesindeki ayıların yanına götürür. Oradaki ayılara göre de Ayı bir ayı değildir, öyle olsaydı kafesin dışında değil, onlarla birlikte kafesin içinde olurdu. Ayı, tekrar bir ayı olduğunu söylediğinde hayvanat bahçesindeki bir yavru ayı onun kim olduğunu bildiğini iddia eder: “İyi bir tıraşa ihtiyacı olan, kürk palto giymiş budala adamın teki”dir. Sonra sirke giderler. Orada da Ayı, ayı olduğuna kimseyi inandıramaz. Böylece fabrikaya geri dönerler ve Ayı bir sürü adamla birlikte bir makinenin başında çalışmaya başlar.

Aradan uzun bir zaman geçer; fabrika kapanır ve bütün işçiler evlerine doğru yola koyulurlar. Ayı’nın ise gidecek bir yeri yoktur. Yürürken başını kaldırıp gökyüzüne baktığında güneye doğru uçan kazları, ardından da sararıp kuruyarak ağaçlardan dökülen yaprakları görür. Bunlar kış mevsiminin yaklaştığının habercileridir. Ayı için mağaraya çekilip kış uykusuna yatma vakti gelmiştir. Devasa bir ağacın kökleri arasındaki mağaraya doğru yürür, ama tam içeri girecekken durur. Bir mağaraya girip kış uykusuna yatamaz ki; o bir ayı değil, “iyi bir tıraşa ihtiyacı olan, kürk palto giymiş budala adamın tekidir”.

Kış gelir, her yer karla örtülür. Mağaraya girmeyip dışarıda kalan ve üzeri bembeyaz bir örtüyle kaplanan Ayı’nın ayak parmakları buz keser, kulakları donar, dişleri takırdar. “İyi bir tıraşa ihtiyacı olan, kürk palto giymiş budala adamın teki kar ortasında donarak ölmek üzereyken ne yapar,” bilemez. Ayı ne yapacak sizce? Sonunda bir ayı olduğunu hatırlayacak ve mağarasına dönecek mi?

“Farklı olma” teması son zamanlarda çocuk kitaplarında sıkça kullanılıyor. Bana kalırsa iyi de ediliyor. Kimi zaman toplum, sandığı ve umduğu kadar hoşgörülü olamıyor ne yazık ki. O nedenle kişisel olarak bu kitapları önemsiyorum. Elbette ki didaktik olan, bir parmağı havada yazarın sesini duyduğumuz metinlerden değil edebiyatın sunduğu sonsuz olanaklar çerçevesinde yazılmış edebi metinler ve çocukları görsel açıdan da zenginleştiren nitelikli kitaplardan bahsediyorum.

Bu kitap ise biraz farklı. Pek çok soru sorduran, düşündüren metniyle (ve resimleriyle) yazar aslında toplumsal bir eleştiri yapıyor. Toplumun belli kalıplar içinde düşünmesinin ve hareket etmesinin, kalıpların dışına çıkıldığında ise bunun toplum tarafından derhal reddedilmesinin yanlışlığının altını çiziyor; çevre duyarlılığına dikkat çekiyor; yüksek sesle ve sürekli olarak aslında düşündüğü gibi olmadığı söylense de kişinin “kendi”nin farkında olmasının ve “kendi”ne inanmasının önemini vurguluyor. Tam da bu nedenlerle her ne kadar beş yaş ve üstü çocuklar için önerilse de Ayı Olmayan Ayı her yaştan okurun okuyabileceği bir kitap.  

Amerikalı çizgi filmci, senaryo yazarı ve yönetmen Frank Tashlin’in yazıp resimlediği, Şiirsel Taş’ın Türkçeleştirdiği Ayı Olmayan Ayı, Hayykitap’tan yayımlandı.

Tülin Sadıkoğlu

10 Aralık 2014 Çarşamba

Çocukların okur hakları






Bazen kendileri için olsa da okuyacağı kitaplar büyükler tarafından seçilen, tercihi olmayan bir kitabı okumakla yükümlü kılınan çocukların okur haklarından haberdar mısınız?

Okumak fiilinin emir kipine tahammülü olmadığını söyleyen Fransız yazar Daniel Pennac, ‘Roman Gibi’ kitabında, bunların çocuklara pedagojik işkence malzemesi olarak kullanılmaması kaydıyla, çocukların okurluk haklarına değiniyor.

İşte on maddelik çocuk okur hakları

1. Okumama hakkı
2. Sayfa atlama hakkı
3. Bir kitabı bitirmeme hakkı
4. Tekrar okuma hakkı
5. Canının istediğini okuma hakkı
6. “Bovarizm” hakkı
7. Canının istediği yerde okuma hakkı
8. Çöplenme hakkı
9. Yüksek sesle okuma hakkı
10. Susma hakkı

Bunlar aslında sadece çocukların değil tüm okurların hakkı. Bu yüzden her hak için geçerli olan o hakkı kullanmama seçeneği elbette okumak için de geçerli. Okuyan kişinin kendini geliştirdiği gözle görülür bir gerçek olsa da okumanın reddedilebilecek bir eylem olduğunu da kabul etmeliyiz.

Okumak, bir görev duygusu ile yapıldığında işkenceden farksız bir hal alabilir. Okuyucu kitapla ilişkisini kendi belirleyip, metnin sayfalarını atlayabilir. Zira çocukların eline İlyada’nın çocuklar için uyarlanmış kopyasını yani kendisi için başkaları tarafından budanmış bir kitabı tutuşturmak yerine kitabın orijinalini verip, kendi destanını yaratmasına izin vermek daha anlamlı olabilir. Çocuklar başladıkları her kitabı bitirmek zorunda değiller. Bazı kitapları okumayı ertelemek, onların bizi çağıracağı günü beklemek daha anlamlı olabilir. Hikâye için daha hazır olmayabilirler. Ya da yeni bir kitap okumak yerine çok zevk alınan bir kitabı ikinci, üçüncü kez okumak daha keyifli olabilir.

Bu okumalara çizgi romanlar da dâhil. Pennac’nın listesinde yer alan en güzel okur hakkı ise bovarizm -kendini kitap kahramanının yerine koymak- olsa gerek. Kendini kitabın kahramanın yerine koyup, okumanın tadına varan bir çocuğun artık kitaplardan kopması söz konusu olmayabilir. Yine de çocuk ya da yetişkin fark etmez, insan keyfi için okur ya da okumaz.

2000 yılında TÜYAP Kitap Fuarı’na katılmak için İstanbul’a gelen Pennac ile yapılan röportajda (Virgül, Ocak 2000) televizyon ve internetin okumayı olumsuz yönde etkilediği görüşüne dair yaptığı yorumun da oldukça dikkat çekici olduğunu belirtelim. Pennac şöyle diyor: “Yeni bir teknoloji çıktığında hemen ona karşı çıkmak gerektiğine inanmıyorum. Her zaman verdiğim bir örnek vardır: O ilk tren kırlardan geçtiğinde ineklerin bir daha süt vermeyeceğini söylemişlerdi, inekler hâlâ süt vermeye devam ediyor. Aynı şekilde televizyon ortaya çıktığında çocuklar okumayacak dendi. Bu çok aptalca çünkü içinde hem kütüphane hem de televizyon olan yığınla ev var, bunlar bir arada bulunuyor. Aynı şekilde internetin de kitabı ortadan kaldıracağı söyleniyor. Açıkçası ben buna inanmıyorum.”

Çocukları birey olarak görmeyi ve bunu iyi değerlendirmeyi başaran Daniel Pennac, çocuklar kadar çocuklarına okumayı sevdirmek isteyen ebeveynlerin de okuması gereken bir yazar.

Ebru Akkaş