31 Aralık 2015 Perşembe

Barış dolu, sevgi dolu, kitap dolu bir yeni yıl olması dileğimizle...

28 Aralık 2015 Pazartesi

Kayıp Köpek Üzüm: Küçük Bir Dostluk Hikâyesi

Batu, deniz kıyısındaki sakin bir kasabadan şehre taşınmıştır. Eski evini, denizi, yeşil alanları ama en çok da arkadaşlarını özler. Taşındıklarının ertesi günü kendini dışarı atar. Etraflarına bile bakmadan yürüyen insanlar arasında Batu’nun dikkatini kıpkırmızı bir şey çeker. Bu, tıpkı kendisi gibi canı sıkılan küçük, sevimli bir köpeğin kırmızı tasmasıdır. Tasmadaki madalyona göre köpeğin adı Üzüm’dür ve görünüşe bakılırsa da etrafta onu arayan kimse yoktur. Onu orada öylece bırakamayan Batu, Üzüm’le arkadaş olmaya karar verir. 

Birlikte bütün gün oynarlar. Taşındıklarından bu yana Batu ilk kez kendini bu kadar mutlu hissetmektedir. Üzüm de mutlu görünmektedir, ama akşam olunca yüzünü asıp pencereden dışarı bakmaya başlar. Batu, onun da tıpkı kendisi gibi eski evini özlediğini anlar. Ertesi sabah Üzüm’ün neşeli havlamalarıyla uyanan Batu, bu sevimli köpekle birlikte ne oyunlar oynamaz ki: karın gıdıklamaca, saklambaç, en sevdikleri oyun olan sevgi yumağı, bisküvi gömme...



Ama akşam olduğunda Üzüm, yine, üzgün üzgün pencereden dışarıya bakmaya başlar. Böylece Batu ertesi gün işe koyulur ve Üzüm’ün sahibini bulmak üzere her yere ilan asar. Bununla da yetinmez esnafa ve komşulara da sorar. Bütün bu çabalarına karşın Üzüm’ü tanıyan kimse çıkmaz. Doğrusu Batu bundan dolayı biraz da mutludur; çünkü Üzüm’ü çok sevmektedir ve sonsuza kadar kendisiyle kalmasını istemektedir.




Birlikte dolaşmaya çıktıkları bir sabah Üzüm birdenbire koşmaya başlar. Batu da onu takip eder. Bir parka girerler; salıncakta, canı sıkkın gibi görünen bir kız oturmaktadır. Batu içinden, “Yoksaa...” der, yoksa... Siz ne dersiniz? Üzüm, sonunda, geceler boyunca özlediği sahibine kavuşmuş mudur? Batu, Üzüm’den ayrılmak zorunda mı kalacak? Okuyunca göreceksiniz ki Üzüm’le Batu’nun dostluğu bitmeyeceği gibi daha da çoğalacak.

Claire Freedman’ın yazdığı bu sıcacık dostluk öyküsüne Kate Hindley’in neşeli, renkli, hareketli ve eğlenceli çizimleri eşlik ediyor. Öyküyle çizimlerin uyum içerisinde olduğu, birbirini destekleyerek zenginleştirdiği Kayıp Köpek Üzüm’ü çocuklar kadar büyükler de büyük bir keyifle okuyacaklar. Melike Hendek’in Türkçeleştirdiği, Pearson Yayıncılık’ın yayımladığı kitabı 5 yaş ve üstü çocuklar için önerebiliriz.

Tülin Sadıkoğlu 

21 Aralık 2015 Pazartesi

Montague Amca'nın Dehşet Hikâyeleri

"Montague Amca’nın evine giden yol ormandan geçiyordu. Patika, çalıların içine gizlenmiş bir yılan gibi ağaçların arasından kıvrılıp gidiyordu. Yol öyle çok uzun değildi, zaten orman da çok büyük sayılmazdı ama bu yolculuklar bana hayal bile edemeyeceğim kadar uzun gelirdi." 

Edgar, yaz tatillerinde anne ve babası ile güzel zaman geçirmeyi başaramadığı için ona korkutucu hikâyeler anlatan amcası Montague ile zaman geçirmeyi tercih eden bir çocuk.

Montague, Edgar'ın büyük büyük amcası. Hatta o kadar büyük ki Edgar, kaç kez "büyük" demesi gerektiğini bilmediği için Montague Amca diyerek işin içinden sıyrılmayı daha uygun görüyor.

Edgar, hikâyeye aç bir çocuk. Dinlemekten, dinlerken yorum yapmaktan çok hoşlanıyor. Montague Amca ise içinde birbirinden ilginç eşyası olan koca evinde yalnız yaşıyor. Anlatacaklarını can kulağı ile dinleyecek birinin onu ziyaret etmesinden memnun. 

Sade çayları ve çayın yanındaki bisküviler de bu sohbetlerin vazgeçilmezlerinden. Montague Amca'nın anlatacağı hikâye sohbetin gidişatına göre değişse de hikâyenin dudak uçuklatan cinsten olması ve doğaüstü öğeleri barındırması ise asla değişmez. Laf lafı açtığı için Montague Amca'nın anlattığı bir sonraki hikâye öncekinden daha tüyler ürperticidir.

Çocukların korku öğeleri içeren hikâyeler okuması bazılarının kulağına pek hoş gelmeyebilir.  Ama unutmamak gerekir ki güzel bir hikâye her zaman güzel bir hikâyedir. Hem kim bu korkutucu hikâyelerin çocukların gerçek hayatta yüzleşecekleri ya da yüzleştikleri sorunlarla baş etmesine yardımcı olmadığını söyleyebilir ki?

Chris Priestley'in yazdığı Montague Amca'nın Dehşet Hikâyeleri'ni David Roberts resimlemiş. Zeynep Alpaslan'ın çevirdiği gizem dolu bu gotik roman Tudem Yayınları tarafından yayımlandı.

Ebru Akkaş

14 Aralık 2015 Pazartesi

İyi Uykular, Dedektif

Tuhaf, gizemli bir yankesici grubu daha kimse ne olduğunu anlamadan insanları soymaktadır. Hırsızlığın gerçekleştiği yerlerde, önce, uzun süre devam eden, sağır edici ve güçlü notalarıyla herkesi serseme çeviren bir pop müziği yayılır. Sonra saatler, cüzdanlar, çantalar kimse fark etmeden yok olur. İnsanlar kendilerine geldiklerinde pop müzikle birlikte içeri giren gençlerin de ortadan kaybolduğunu görürler. Tüm bu olağandışılıklar gençlerin Müzik Grubu olarak adlandırılmalarına neden olur.

Narkolepsili, yani istemdışı uyuyakalma hastalığı olan ve ne zaman şiddetli bir heyecana kapılsa uyuyakalan dedektif Pippo Merlo ise Müzik Grubu olarak tanınan olayı araştırmak ister. Eğer suçluları ortaya çıkarmayı başarabilirse bu, dedektiflik bürosu için iyi bir reklam olacaktır. Ancak ünlü, nikel-kurşun-demir, çelik kralı Aureliano Senzaterranéfissadimora, dedektif Pippo Merlo’dan on üç yıl önce kaybolan kızını bulmasını ister. Kızı Ester, sirkte bıçak fırlatıcısı olarak çalışan Jack adında biriyle birlikte olmak üzere kaçmıştır. Pippo Merlo, olayı araştırdıkça Jack’in artık ünlü bir şarkıcı olduğunu, bu arada yıllar önce bebek bekleyen Ester’i terk ettiğini öğrenecektir. Ortada bir de on iki yaşında bir torun vardır. Durum, dedektifin düşündüğünden de karmaşık bir hal alacaktır.

Müzik Grubu’nun gizemine gelince... Grubun lideri olan on iki yaşındaki yeşil gözlü Luna, dans ettiğinde gizemli bir müzik havada yayılmaktadır. Müzik sanki Luna’nın hareket eden ayaklarından gelmektedir. Bu gizemli özelliğinin yanı sıra Luna’nın elleri de sihirli gibidir. Çocuklardan oluşan Müzik Grubu’nun bu hırsızlıkları bir çete için yaptığı anlaşılır. Jo Pantegana’nın başı çektiği çetenin elinde arkadaşlarının üç yaşındaki kardeşi bulunmaktadır. Böylece çocuklara istediğini yaptırmaktadır.

Batıl inançlı biri olan dedektif Ugo Trippa, görür görmez âşık olacağı el falcısı Madalona’dan da yardım alır. Ancak Madalona’nın hikâyedeki rolü bu kadar değildir... Karşımıza çıkan her bir karakterin yolu sonunda kesişecektir.

Gizem edebiyatı başlığı altında toplayabileceğimiz polisiye, dedektiflik romanlarının, günümüz çocuk edebiyatında çok da öne çıkan türler olmadığını söylersek yanılmış olmayız. Son zamanlarda çocuk ve daha çok gençlik edebiyatında distopyalara ya da vampir öykülerine rastlanmakta. Ancak çocuğun merak ve oyun duygusuna hitap eden, analitik zekâsını geliştiren polisiye, dedektiflik romanları; okuruna, tıpkı bir bulmacayı çözer gibi ipuçlarının peşine düşerek ne olduğunu “yazardan önce” çözmeye çalışma imkânı vermesi ve sürekli bir sürpriz unsuru barındırması nedeniyle oldukça avantajlı bir tür. Elbette, böylesine karmaşık ve bilinmez bir denklem oluşturabilmek için öykünün iyi kurgulanmış olması gerekiyor. İşte, bu iyi kurgulanmış heyecanlı ve aynı zamanda eğlenceli dedektiflik romanlarından birisi de İyi Uykular, Dedektif...  

Silvia Roncaglia’nın yazdığı Marianna Fulvi’nin resimlediği ve Demet Elkâtip’in Türkçeleştirdiği İyi Uykular Dedektif, Günışığı Kitaplığı tarafından yayımlandı. Kitap, 10 yaş ve üstü okurlar için öneriliyor.

Tülin Sadıkoğlu

7 Aralık 2015 Pazartesi

Bu Bir Kitap

Televizyon, bilgisayar, bilgisayar oyunları, cep telefonları, tabletler derken çocuklar kendilerini teknolojinin içinde buldu. Kimi nesiller bunu kademeli olarak yaşadı, kimi nesiller ise bu teknolojinin içine doğdu. Onlar televizyonsuz ya da cep telefonsuz bir hayatı düşünemiyor bile. 

Bu teknoloji hayatı kolaylaştırmakla birlikte farkında olmadan da zorlaştırdı aslında. Vaktinin çoğunu televizyon izleyerek geçiren çocuklar dikkat sorunları yaşamaya başladı. Gerçeklikle ilgili sorunlar oluşmaya başladı. Bununla beraber onlara yukarıdan aşağıya aktarılan bilgi, bilgelik ve eğitimde de sıkıntılar doğmaya başladı. Saniyeler içinde değişen görüntülere alışmışken sınıfta bir kişinin 40 dakika boyunca -pek de görsel malzeme kullanmadan- bir şeyler anlatmasına hem de aynı şeyden bahsetmesine anlam veremediler.  Ayakkabısının bağcıklarını bağlamayı beceremeyen bu nesil büyükanne ve büyükbabalarına telefonların nasıl kullanılacağı, tabletlerde nasıl gezileceğini anlatır oldu. Bununla beraber basit şeylerle baş etmeyi bilemediler.

Lane Smith, bu basit gerçeklikten yola çıkarak yazıp resimlediği Bu Bir Kitap tam da bu konuya değiniyor. Eşek, Fare, Maymun'un yer aldığı bu resimli kitapta olaylar şöyle gelişiyor:

Kanepesine oturmuş kitabını okuyan Maymun, Eşek'in soruları ile okumasını bölüyor. Yanından ayırmadığı dizüstü bilgisayarında sürekli tıklayarak işlem yapan, iletişimini semboller üzerinden sağlayan  Eşek bir nesne olarak kitabın ne işe yaradığını anlamaya çalışıyor. Maymun ise bilgisayarın fonksiyonlarını yerine  getirip getirmediğini anlamak için art arda sorular sıralayan Eşek'e sabırla yanıt veriyor. Eşek'se Maymun'un okuduğu kitabı eline alınca yanıtlarından fazlasını elde ediyor.  

Bu Bir Kitap, New York Times Yılın En İyi Resimli Kitabı seçildi ve birçok ödül aldı. 2014’te İllüstratörler Birliği tarafından Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ne layık görülen Lane Smith çocuklar için yazmaya, başkalarının çocuklar için yazdığı kitapları resimlemeye devam ediyor. 

Tuğçe Akyüz'ün Türkçeleştirdiği Bu Bir Kitap, Uçanbalık tarafından yayımlandı. 
Ebru Akkaş

3 Aralık 2015 Perşembe

Çocuk Dünyasına Yolculuklar: Şiir

Robinson Crusoe 389 ile birlikte gerçekleştirdiğimiz “Çocuk Dünyasına Yolculuklar” başlıklı etkinlikler dizisinde ilk durağımız şiir oldu.

“Memleketin karanlık günlerden geçtiği bir dönemde çocuğa ve şiire karşı umudunu kaybetmemiş insanlarla beraber olmak son derece sevindirici,” diye sözlerine başlayan değerli şair Şeref Bilsel'in şöyleşi notlarını paylaşıyoruz: 

"Şiir sanatı üzerine en eski çalışma Aristoteles’e ait: ‘Poetika’. Orada: “Şiir, eşya ve hadiseleri taklitten ibarettir,” der. Şiirin bir ‘ayna’ görevi olduğunu da üstü kapalı da olsa söylemiş olur. O günden bugüne şiir üzerine söylenmedik söz kalmadı. Şiirle uğraşanlar, ortak bir tanımda bulaşamadığı için, “Şiir, tanımlanamaz olandır” ifadesi bugün de tedavülde olmayı sürdürüyor. İlginç bir tanım da Melih Cevdet’ten gelir: “Çıkar yol, şiiri tanımlamaktan vazgeçmektir. Tanım akıl işidir, şiir ise, akıl dışıdır.” Şair bunu söylerken yine bir tanım getirmektedir.  Şiirin akıl dışı olduğu konusunda görüş ifade eden  çok sayıda şair sıralayabiliriz fakat ‘şiir’ sözcüğünün ‘şuur’ (bilinç)’dan geldiğini de unutmamamız gerekir.

Aristoteles ‘taklitten’ bahseder şiire dair. Bizde de edebiyatın kurucu metni olan şiirin arkasında duranlara dair ilk dönemlerde birbirinden çok farklı adlandırmalar var: Kam, Baksı, Ozan, Şaman…Bunlar arasında bir başka isim var ki bizi Aristoteles’e kadar götürür: “Oyun.” Evet, İslamiyet öncesi dönemde şaire verilen adlardan birinin ‘oyun’ olması sadece tesadüfle açıklanamaz diye düşünüyorum. Şairle çocuğun ilk karşılaşmasını burada arayabiliriz. Oyun kuran, her zaman dikkate değer olmuştur. Şairin zihinsel serüveni, sezgi gücü ile çocuğun duyuş biçimleri arasında birçok paralellik kurulabilir elbet. Oktay Rifat, “çetrefil soruları / çocuklarla ozanlar çözer” derken kim bilir ne düşünüyordu.

Bizdeki masal tekerlemeleri, ninniler, bulmacalar üzerinden çocuk şiirine kök aramak istersek yanılabiliriz. Bu sözlü ürünlerin ortaya çıktığı zamanın sosyolojisi düşünüldüğünde, bu ürünlerin çocuklardan ziyade büyüklerin kendi oyunlarına daha uygun olduğu görülebilir. Çünkü özellikle tekerlemelerdeki olağanüstülük ‘çocuğa görelik’ dikkate alınınca kendine bir karşılık bulamaz.

Çocuk, kök gibidir. Köklerden yapraklara su taşıyan damar gibi, içeriden ve devamlı bir yolculuk. “Çocukla filozof birbirine benzer, ikisi de önyargısız izleyicidir” derler. Önyargısız olmak, kendin bulmak, kendin kurmak ve kendin dile getirmek… Çocuk sorar, sorgular, hayret eder ve şaşırır; tıpkı şair gibi. Şiir bir ölçüde insanın şaşkınlığını koruyup sürdürmesidir. İslamiyet öncesinden 19. yüzyılın ikinci yarısına dek edebiyatımızın bazı anlatı türünde metinlerinde çocuğa tesadüf edilir fakat gerek halk şiiri gerekse divan şiirinde çocuk neredeyse hiç yoktur. Birkaç şiirde ‘tıfıl, veled’ biçimleriyle karşımıza çıkar. Bunların çoğu da sevgiliye seslenirken birer dolgu malzemesi, benzetme aracıdır.

Çocuğun ‘özne’ olarak ortaya çıkışı için Tevfik Fikret’i, hatta Dağlarca’yı beklemek gerekecektir. Yüzyıllar boyunca şiirimizin başat temaları (aşk, ölüm, hasret vs) etrafında söz söyleyen şairler kırları, bayırları, ağaçları, hayvanları şiirlere taşıyıp durmuş ve fakat çocuğu ıskalamıştır. Bunun elbette sosyolojik, kültürel nedenleri, çocuğun toplum içinde birey olarak kabul edilmemiş olmasından kaynaklı sebepleri vardır. Şinasi, Ahmet Mithat Efendi, Recaizâde Mahmut Ekrem çocuk bahsinde, Tanzimat döneminde akla ilk gelen isimler. Çocuk bize tıpkı pek çok öğretici metnin ve roman, hikâyenin çeviri üzerinden gelişi gibi dışarıdan gelmiştir.

Tevfik Fikret ilk kez hece ölçüsüyle ‘yuva’ya giden çocuklar için 1914’de ‘Şermin’i yayımlamıştır. Bu kitaptaki şiirler çocuğun duyarlılığını, algısını dikkate alarak tasarlanmış şiirler olmasına rağmen genel olarak ‘öğretici’ metinlerdir. Çocuğa dair öğretmek faslı uzun zaman gündemde kalmıştır, bugün de devam etmektedir. Mesaj verme kaygısı derinde ya da yüzeyde çocuklara yazılan şiirin sıkıntılarından biri olmuştur, oysa mesaj kaygısından kendini tecrit etmeye yönelmiş bir şiirsel metin her okuyana farklı bir şey fısıldayacak, daha çok anlam katmanını sahiplenecektir. Çocuğun hayâlhânesinin endamını bilmiyoruz. Onun karşısına çıkan bir şiirsel imgenin onda neleri kabarttığını, açığa çıkarttığını, çağırdığını da bilmiyoruz. Şiir karşısında çocuğun bir muamma olduğunu unutmamalıyız.

Yazılan ilk şiirler ‘dikey’ şiirlerdir: Yukarıdan aşağıya doğru. Çocuğun ruh dünyasından beslenen, çocuğun tanımlanamazlığını dikkate alan şiirlerin azlığı öne çıkar. Bunun için Dağlarca’yı beklemek gerekecektir. Dağlarca çocuk dünyasını ilk kez içeriden, bütünlüklü kavramaya yönelmiş şairlerden ilkidir diyebiliriz. Çocuk şiirinde iki şeyin altını çizer Dağlarca: İmge ve içtenlik…

Dağlarca’nın 1940’ta yayımladığı ‘Çocuk ve Allah’ kitabı  bilerek yahut bilmeyerek mistik bir dünyayı (rüya, dua vs), Çocuk ile Allah’ı  edebiyat üzerinden ilk kez bu derece bir sağlam metin üzerinden yan yana getirmiş ve daha sonra yazılanlara öncülük etmiştir. 

Cumhuriyet sonrası şiirde ‘çocuk’ motifinin ortaya çıkışı birkaç başlıkta toplanabilir. 

1) Çocuğu tanımlayan şiirler. 
2) Çocuğa yüklenen görevleri, çocuktan beklentileri ifade eden şiirler. 
3) Şairin kendi çocukluğunu, geçmişin nostaljisini çocuk üzerinden dile getirdiği şiirler. 
4) Çocuğa kendi meşrebini, ideolojisini, dinsel yükünü vaaz eden şiirler…

Şüphesiz bu yönelişlerin hiçbiri bizi gerçek anlamda bir çocuk şiirine götürmez.

Mustafa Ruhi Şirin bizdeki çocuk edebiyatını dört başlık altında tasnif eder: 

1) İlkinde küçük adam vardır. Destanlardan, mesnevilerden, halk hikâyelerinde geçen adam ufağı dönemi…
2) Şinasi ile başlayan Batı edebi dönemi. 
3) Çocuk edebiyatında ideolojik yaklaşımların olduğu 1970 - 1980 arası dönem. 
4) 1980 sonrası yenilik dönemi…

Bu tespitlerin büyük oranda geçerli olduğunu söylemeliyim.

Çocukların bir nesne olarak kullanıldığı şiirlerde bedbinlik, yoksulluk, yalnızlık, çaresizlik temaları da öne çıkar. Necatigil’in, Tarancı’nın, Ziya Osman Saba’nın şiirlerine bakılabilir. İlk kez bir şiirde ‘çocuk şiirini’ tanımlayan sanıyorum İsmail Uyaroğlu’dur:

“Göğsü bir güvercin/Yuvası kadar suçsuz/ Ve sıcaktır çocuk şiirinin/ Bütün çocukları şefkatle/ Basar bağrına/ Ve çikolata dağıtmaz belki ama/ Duyar sesini yüreklerinin/ Çikolata isteyen ne kadar çocuk varsa”

Okurken kanıksadığımız fakat yakından bakınca içerisinde bir bencilliğin yuvalandığını gördüğümüz şiirler de vardır. Bunlardan biri Dağlarca’ya ait: “Hepiniz el ele bir halka yapsanız/ Rüyadan ve şarkıdan bir halka/ Ve almasanız kimseyi/ ortanıza benden başka.”

Çocuk babadan ziyade anne ile yan yana çıkar karşımıza. İşin ilginç tarafı bu şiirlerin çoğu da erkeklere aittir. Bazı şiirlerin başlıkları bu konuda bize bir fikir verebilir:

“Annesi çalışan çocuğun ağıdı” (Gülten Akın)
“Annesi Almanya’da çalışan çocuğun şiiri” (İsmail Uyaroğlu)
“Annesi yok çocuklar için şiir” (Cumali Ünaldı Hasannebioğlu)
“Annesine benzeyen çocukların şiiri” (Gökhan Akçiçek)

Çocuk şiirinde özellikle son dönemlerde yetişkinler için yazılan şiirlerde olduğu gibi bir yoğunlaşma dikkat çekiyor. Çocuğun iç dünyasını hakkıyla kavramış, ortaya nitelikli çocuk şiirleri koymuş çok sayıda isim sayılabilir: Kemal Özer, Sennur Sezer, Refik Durbaş, Cahit Zarifoğlu, Güngör Tekçe, Mustafa Ruhi Şirin, Gökhan Akçiçek, Salih Mercanoğlu, Çiğdem Sezer, Betül Tarıman, Mustafa Köz akla ilk gelen isimlerden.

Çocuklar için yazılan şiir değil de sanki çocuklarla birlikte yazılan şiiri anlıyorum. Şiir çocukta devam etmeli, çocuk bir oyuna katılır gibi bir şiire, ritme katılmalı ve onu taşıyabilmelidir. ‘Çocuğa görelik’ üzerinden tasarlanan şiirlerin çoğunda sahicilik, içtenlik bulamıyoruz. Çocukta bir oyun dünyası yaratmak önemli. Çocuk dokunmak ister, sözcüklere dokunamayacağına göre, sözcüğün işaret ettiği şeylere dokunabilmeli.  Şiir üzerine büyük sözler edip ortaya koyduğu şiirlerle bunu sözlere uygun davranamayan, genelde çocuk edebiyatını özelde çocuk şiirini tecime uygun bir alan gibi dolduran nice ürünün varlığını da görmek lazım.

Çocuk şiirinden ne anladığımız sadece çocuktan ne anladığımızla anlaşılır kılınamaz. Asıl şiirden ve dilden ne anladığımız önemlidir, diye düşünüyorum. Çocuğun dil içindeki yeri kadar, dilin çocuk içindeki bağlamı da önemlidir." 

30 Kasım 2015 Pazartesi

Denizkızı ve Âşık Devler

Dağ ve Deniz adında iki komşu dev birbirlerine hiç öfkelenmeden yıllardır yan yana yaşamaktadır. Ancak bir gün çıkıp gelen bir denizkızı ikisinin arasını bozar. Önce, merakla yaklaşıp kim olduğunu soran Deniz, sonra da bir şeye ihtiyacı olursa kendisine haber vermesini söyleyen Dağ, büyülü sesini duyar duymaz denizkızına âşık olur.

Deniz, Dağ’ın denizkızına âşık olması kızar. “Dağ’ın kendine ait olmayan bir yerden kimseye bir şey sunamayacağını, eğer suya ihtiyacı varsa dağ üzerinde göller yaratmasını,” söyler. Dağ ise “fundalıklarını ve çam ağaçlarını sallayarak korkutucu bir sesle” Deniz’in dalgalarının kendisine zarar veremeyeceğini ve eğer çok istiyorsa deniz içinde dağlar yaratmasını önerir. İki dev arasında kalan denizkızı, bir kavga çıkmasını önlemek için onları neler yapabilecekleri ispatlamaya davet eder. Sonra ne mi olur? Deniz’le Dağ arasındaki bu çekişmenin, dünyanın en güzel plajlarından biri olarak kabul edilen Rocha Plajı’yla ne ilgisi mi var? Kitabı okuyun, göreceksiniz...

Efsanelerle ilgili pek çok tanım var. Örneğin; halkbilim araştırmacısı Saim Sakaoğlu’nun Grimm Kardeşler’den aldığı tanıma göre: “Efsane, gerçek veya hayalî muayyen şahıs, hadise veya yer hakkında anlatılan hikâyedir.” Bir başka halkbilimci olan Şükrü Elçin ise efsaneleri şöyle tanımlar: “[Efsaneler], insanoğlunun tarih sahnesinde göründüğü ilk devirlerden itibaren aynı coğrafya, muhit veya kavimler arasında doğup gelişen; zamanla inanç, adet, an’ane ve merasimlerin teşekküllerinde az çok rolü olan bir çeşit masallar[dır].” Efsanelerin ilgi çekici olmasının yanı sıra toplumlar için pek çok işlevi vardır. Daha çocukken anlatılan bu büyük hikâyeler kimi zaman insanlara kim olduklarını, nereden geldiklerini, yaşadıkları toprakların geçmişini anlatır. Kimi zaman da insanlara neler yapabileceğini gösterir. Kulaktan kulağa yayıldığı için tek bir formda kalmayabilir efsaneler. O yüzden, kişisel olarak, efsaneleri biraz da özgür masallar olarak düşünmeyi seviyorum. Ufak tefek eklemelerle ihtiyaca göre uyarlanabiliyorlar sanki.

Catarina Sobral da Denizkızı ve Âşık Devler başlıklı okulöncesi kitabında, Portekiz’in Algarve bölgesinde bulunan Rocha Plajı’nın ilham kaynağı olduğu efsaneyi yeniden yorumlamış. Kitaptaki resimler de kendisine ait. Sobral, bu kitabıyla 2014 yılında Bologna Çocuk Kitapları Fuarı’nda Uluslararası İllüstrasyon Ödülü’ne değer görülmüş. Ödüller bir kitabın değerini belirlemek için en yetkin ölçüt değil elbette, ama benim için bu ödülü önemli kılan, jürisinde hem işleriyle hem de kişiliğiyle özel biri olduğuna inandığım Andersen ödüllü Roger Mello’nun yer alması.

Catarina Sobral yazıp resimlediği, Aysın Önen’in Türkçeleştirdiği Denizkızı ve Âşık Devler Sarıgaga Yayınları tarafından yayımlanıyor.


Tülin Sadıkoğlu 

23 Kasım 2015 Pazartesi

Amcam, Ben / Havaalanında Bir Zebra

Türkiye’de büyüyüp baş rollerini Münir Özkul ile Adile Naşit’in oynadığı Neşeli Günler filmini izlemeden büyüyen biri sanırım yoktur. Turşuculuk yapan bir çiftin turşu suyu yüzünden kavga etmesiyle başlayan ayrılığı komedi ile anlatan bu film birkaç neslin hayatında yer etmiştir. Bu filmde Şener Şen’in canlandırdığı amca karakteri Ziya ise filmin unutulmazlarındandır. Ziya nabza göre şerbet veren, eğlenceli, yeğenlerini eğlendirmek için hikâyeler anlatan biridir. Hikâyeler hep kendi başından geçer; çakı ile aslan öldürmüşlüğü bile vardır...

Tüm bunlar Genç Osman Yavaş’ın yazdığı Amcam ve Ben/Havaalanında Bir Zebra kitabını okurken aklıma geldi. Çünkü Yavaş, Neşeli Günler filmininin sıcaklığını ve samimiyetini taşıyan bir amca yeğen hikâyesi anlatıyor bize.

"Benim bir amcam var, hiç bahsetmiş miydim ondan? Bahsetmedim mi? Deli dolu olduğundan, saçma komik hikâyeler anlattığından? O kadar eğlenceli ki! Bana sorarsanız, ondan her eve en az bir tane lazım ama yine de siz siz olun, söylediği her şeye de inanmayın."

Her hafta birlikte vakit geçiren, gezen bu ikilinin hikâyesini amcasını seven yeğenin ağzından dinliyoruz. Dizinin ilk kitabında amca İsviçre’ye gezmeye giderken havaalanında karşılaştığı ve seyahat etmesine yardım ettiği zebrayla ilgili bir hikâye anlatır. Bu hikâyede gerçeğe uymayan, tutarsızlık gösteren, garip kadar çok şey vardır ki bunlara inanmak mümkün değildir. Yeğen de bunların bal gibi farkındadır ama güzel, hayal gücünü aşan bir hikâyenin paha biçilmez olduğunu da bilmektedir aynı zamanda.

Mavisakal grubunun solistliğini yapan, çocuk kitabı çevirisi de yayımlanan Genç Osman Yavaş, Amcam ve Ben/Havaalanında Bir Zebra'da güzel bir okuma sunuyor. Bir solukta okunan kitap Final Kültür Sanat Yayınları tarafından yayımlandı. 

Ebru Akkaş



15 Kasım 2015 Pazar

"Bu öyküye peri masallarındaki gibi başlamak isterdim."



Bu öyküye peri masallarındaki gibi başlamak isterdim. Yani şöyle:


"Evvel zaman içinde bir Küçük Prens varmış. Kendinden bir parmak büyük bir gezegende oturur, hep bir arkadaş ararmış..." Hayatı yakından tanıyanlar için böyle bir başlangıcın daha gerçekçi bir havası olurdu.

Çünkü kimse kitabımı baştan savma okusun, istemem. Bu anıları kâğıda geçirene kadar az mı çektim. Arkadaşım koyununu alıp gideli altı yıl oluyor. Onu anlatmaya çalışmam, unutmak istemeyişimdendir.



Antoine de Saint-Exupéry, “Küçük Prens”i ülkesinden uzakta, Amerika’da olduğu bir dönemde, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru yazdı. İki dünya savaşı görmüş, yaşanan “şiddet ve karmaşayla bir zamanlar kültürlerine, kurumlarına duydukları güvenleri erozyona uğramış” pek çok kişi gibi Saint-Exupéry’nin de “varoluşsal sorgulamalar yaşadığı, hayatın anlamının kaybolduğu ya da belirsizleştiği böylesi zamanlarda bir yalnızlık içerisine girdiği” söylenir. Diğerleri gibi dönemin materyalist bakış açısından rahatsız olan Saint-Exupéry bu dönemde şiirsel ifadelerin de gülünç bulunduğuna inanır. Bu duygular ve düşünceler kitapta “Küçük Prens’in ve anlatıcının yalnızlığıyla” aktarılmaktadır. Sonuçta her ikisi de, bir başlarına, “yaşamlarının anlamını ve kendilerini bulma yolculuğundadır”.  

Saint-Exupéry’nin, Amerika’da yazdığı kitabında döneme ait göndermelerin ve yazarın kişisel deneyimlerinin (uçağının Sahra Çölü’ne düşmesi, kardeşi François’nın ölümü) yer aldığı bir gerçek. Ancak Küçük Prens bundan daha fazlasını anlatıyor elbette. Bu küçük roman “insan doğasının bir çözümlemesini yapıyor, saflık ve sevginin önemini vurguluyor, dostluğun anlamını sorguluyor ve yetişkinliğin bir durum olduğunu, çocuksuluğu kaybetmemenin mümkün olabileceğini” hatırlatıyor. Tam da bu nedenlerle, yıllardır, okurlar için Küçük Prens "evrensel ve zaman ötesi" bir kitap olmuştur.

Kitapla ilgili tartışılan bir başka konu da “Küçük Prens”in yetişkinler için mi, çocuklar için mi yazıldığıdır. Tartışmaları daha da ileriye götürecek olursak: “Küçük Prens” bir alegori mi, masal mı, mesel mi, çocuk kitabı mı yoksa bir fabl mıdır? Bir araştırmada öne sürüldüğü gibi kimilerine göre kitap Saint-Exupéry’nin yaşamı ve yaşam felsefesinin otobiyografik bir alegorisidir. Örneğin kitaptaki “gül” Saint-Exupéry’nin karısı Consuelo, baobaplar da Nazilerdir. Aynı çalışmada yazarın kendi ülkesine karşı duyduğu sorumluluk duygusunun Küçük Prens’in gezegenine duyduğuyla aynı olduğu söylenir. Kimilerine göre kitap başlı başına insanlara verilen bir mesaj, kimilerine göre ise yapılan bir “davet”tir. Kimi eleştirmenlere göre de tıpkı Hans Christian Andersen’inkiler gibi yalnızca bir masaldır ve hem çocuklar hem yetişkinler içindir. Tema ya da mesajlar bir çocuğun bakış açısıyla işlenir ve aktarılır, ancak kitap tüm okurlara seslenir.

Hangi edebi türe girerse girsin, hangi yaş grubu hedeflenmiş olursa olsun ya da ister otobiyografik ister kurmaca olsun neredeyse bütün dünya dillerine çevrilen Küçük Prens, her yaşta tekrar tekrar okunan bir başucu kitabı, bir klasik olmuştur. Değeri ve önemi tartışmasız çok büyük olan bu kitap özellikle şu günlerde yeni ya da tekrar okuyacak olanların yüreğine su ve umut serpecektir.

Tülin Sadıkoğlu


Not: Bu yazı, daha önce, Bir Kitap Lütfen'de 30 Ağustos 2013 tarihinde yayımlanmıştır.

10 Kasım 2015 Salı

Harold ve Sihirli Tebeşir

Birleşik Amerikalı karikatürist, çocuk kitapları yazarı ve çizeri Crockett Johnson’ın Harold ve Sihirli Tebeşir adlı kitabı ilk kez 1955 yılında yayımlandı. Kitap yayımlandığı günden beri üzerinde çok söz söylendi. Bilgisayar oyunlarına esin kaynağı oldu, çizgi film uyarlamaları yapıldı.


Kitapta Harold kendi hikâyesini kendi anlatıyor. Her şey elindeki tebeşir ile ne yapmak istemesini düşünmesiyle başlıyor. Derken Harold ay ışığında yürüyüş yapmaya karar veriyor. Bunun için tebeşiri ile ay ve yol çizmesi yetiyor ona. Sonra yola koyuluyor. Bu yolculuğunda ne yapmak istiyorsa elindeki sihirli tebeşiri ile bunları çizmesi yetiyor. Bazen çizdikleri ona keyif veriyor bazen de kendi çizdiklerinden ürküyor; elma ağacındaki elmaları koruması için çizdiği ejderhadan korktuğu gibi... 

Harold’ın kendine yeten, hayal etmenin gücüne inanan ve hikayesini anlatmak için bir aracıya/anlatıcıya ihtiyaç duymayan bir çocuk. 

Harold kendi hayatında ne yapmak istediğini biliyor. Elindeki tebeşir sihirli olsa da çizdiği ay onun gerçeklerin farkında olduğunu gösteriyor. Çözüm üretip sözünü kendi söylediği gibi dünyasını da kendi oluşturuyor. Bunu çocukça karalamalarla değil, sade
ve net çizimlerle yapıyor.

Harold ve Sihirli Tebeşir, Kâzım Özdoğan çevirisi ile Gergedan Yayınları'nca geçen yıl yayımlandı. 

En sevilen resimli çocuk kitaplarından biri olan Vahşi Şeyler Ülkesi’nde kitabının yazar ve çizeri Maurice Sendak, “Harold bir başyapıt” dediği için sanırım geriye söylenecek fazla bir söz de kalmıyor. 

Ebru Akkaş

3 Kasım 2015 Salı

Duvarlar Resim Olsa

Fulya, yeni taşındıkları eve henüz alışamamıştır. Eski evini, oradaki yaşamını ve insanları çok özlemektedir. Gecekonduların yerine kurulan bu yeni mahalledeki sitedeki yaşam ise Fulya’ya çok sessiz ve sıkıcı gelmektedir. Öyle ki kendini bu sessizliğin ortasında bulan Fulya, kimi zaman çığlık atar, ulur ve sirene benzer sesler çıkarır.

Bir gün annesi evdeki ekmeğin bitmek üzere olduğunu söylediğinde Fulya bunu etrafı keşfetmek için bir fırsat olarak görür. Bakkala ekmek almak için kendisi gidecektir; bu arada komşularına da bir ihtiyaçları olup olmadığını soracaktır. Annesi tam ikna olmamıştır, sonuçta yeni taşındıkları bu yerde henüz kimseyi tanımamaktadırlar. Ancak Fulya çoktan kapıyı aralamış, bozuk paraları almış evden çıkmak üzeredir ki tam o esnada karşı evin kapısı aralanır. Başında beresi ve okyanus mavisi gözleriyle kendi boylarında bir kızla karşı karşıya kalır Fulya. Neşelenen küçük kız, karşılarında bir arkadaş olmasının keyfiyle bakkala gider. Burada da başka çocuklarla karşılaşır, ama onun aklında, içinde sıçrayan minik balinaların bulunduğu okyanus mavisi gözleriyle karşı dairedeki kızdır.

Fulya’nın odasının penceresi komşularının mutfak balkonuna bakmaktadır. İki kız buradan birbirleriyle haberleşmeye, konuşmaya, bir şeyler paylaşmaya, hatta sonraları mektuplaşmaya başlar. Ancak her defasında bir parmak, bereli kızı pencereden çeker.

Bir sabah, Fulya, bereli kızı pencerede göremez. Annesinden komşularına gitmelerini ister, ama bugünlerde gidemeyecekleri yanıtını alır. Ertesi sabah ise bereli kızı yüzünde bir maskeyle görür. Bir terslik olduğunu hisseder, Fulya. Bereli kız kısa bir süre sonra yine bir parmak tarafından içeriye çekilir.

Nihayet bir gün iki kız bir araya gelir. Yüzündeki maskeden kurtulsa da beresi hâlâ başındadır, okuyanus gözlü kızın, yani Gülce’nin. El sıkışmaları, öpüşmeleri de yasaktır. Birbirlerine iki karıştan çok yaklaşamayacaklardır. İkisi için de tüm bunların hiç önemi yoktur. “Aylardır tanışıyormuş kadar yakınlar zaten.”

Günler böylece geçer, Fulya okula başlar. Gülce de gelmiştir okula. İki kız çok mutludur. Ancak lösemi olan Gülce, bir süre sonra, nakil için hastaneye yatmak durumunda kalır. Okulda olmasa bile Gülce, kendinde bir şeyler bırakmıştır: Bir kadın resmi ve resmin altında bir yazı. Şöyle yazmaktadır: “Duvarlar resim olsa...”. Öğrenciler, öğretmenlerinin de teşvikiyle bu resmi şarkılı resimlerle doldurmaya koyulurlar. Hastanedeki arkadaşlarına da mektuplar, okul anıları ve türlü türlü başka şeyler yollarlar. Bu arada okulun duvarları şarkılar, uçuşan hayaller ve renklerle harika görüntüler sunmaktadır artık...

Çocukların çok severek okuduğu kitapların yazarı Sevim Ak’ın yazdığı Duvarlar Resim Olsa, Doğan Egmont’tan çıktı. Kitaptaki resimler ise Anıl Tortop’a ait.

Sevim Ak, yine, en zor konulardan birini gerçekliğini bozmadan, olabildiğince naiflikle ele almış ve böylelikle ortaya sevecen bir dostluk öyküsü çıkmış. Uzun tedavi süreçleri gerektiren hastalıklar ya da engellilik gibi insanların nasıl davranacaklarını bilemedikleri durumlar için adeta bir yol gösterici bu kitap. Bir arkadaş arayışı sonucunda bulduğu dostunun hastalığı ne Fulya ne de Gülce için asla bir engel olmamıştır örneğin. İki küçük kızın yapacaklarını yapmışlar, sevinçleriyle ve kederleriyle, kimi zaman çekişmeler ve küskünlüklerle dostluklarını büyütmüşler, birbirlerinin yaşamlarını güzelleştirmişlerdir. Değerli yazar Sevim Ak da bu dostluk öyküsünü, tıpkı çocukların duvara çizdiği resimler gibi şarkılı, şiirli bir dille aktarmış.

Kitap, yayınevi tarafından 10 ve üstü yaş grubu için öneriliyor.

Tülin Sadıkoğlu

26 Ekim 2015 Pazartesi

Benim Minik Kırmızı Balığım

Hem yazmak hem de çizmek yeteneği birleşmesinin sonucu ortaya çıkan resimli öykü kitaplarının okura verdiği haz bir başka oluyor. Yazarın hayalinde canlandırdıklarını ete kemiğe büründürmesi için kalemi/fırçayı/boyayı eline alması yeterli. Benim Minik Kırmızı Balığım bu iki yeteneği bünyesinde toplayan Ferit Avcı’nın yazıp resimlediği bir kitap.

Benim Minik Kırmızı Balığım’ın hikâyesini evin kedisinin ağzından dinliyoruz. Ev halkının bir üyesi olan bu kedicik eve gelen akvaryum balığını yeme derdinde değil. Hatta bir akşam babacığın elinde balıkla gelmesini heyecanla karşılıyor. 

Babacık bir gün elinde, torba içinde küçük, kırmızı bir balıkla geldi. Onu herkes çok sevdi, abicik de...

Sonra hep beraber balığı bir kavanoza koyuyorlar. Fakat ertesi sabah bir sürprizle karşılaşıyorlar. Minik kırmızı balık kavanoza sığmıyor. Bir çözüm olarak daha büyük bir kavanoza geçiriyorlar balığı. O da ne! Ertesi sabah yine aynı şey oluyor. 

Kavanozlar yetmeyince çareyi balığı küvete koymakla buluyorlar. Sonuç yine de değişmiyor. Sonunda kesin bir çözüm ile Minik adlı balıklarını rahat edeceği bir ortama götürüyorlar.

Her ne kadar el üstünde tutulup, iyi bakılacak olsak da doğal ortamdan uzaklaşmanın, ait olmadığın bir yerde varlığını sürdürmenin zorluğuna değiniyor kitap. Kendi doğasının gereği neyse onun önüne geçilemeyeceğini hatırlatıyor.


Benim Minik Kırmızı Balığım, 2007 Tudem Edebiyat Ödülleri Resimli Kitap Yarışması Mansiyon Ödülü’ne değer görülmüş bir kitap. Çizgilerin, renklerin sıcaklığı sayfalardan okura geçiyor. Ferit Avcı'nın resimli öykü kitabı Tudem Yayınları'nca yayımlandı. 

Ebru Akkaş

19 Ekim 2015 Pazartesi

Frederick

İneklerin otlayıp atların koşturduğu çayırda eski bir taş duvar vardır. Ahırla tahıl ambarına yakın bu duvarın taşları arasında neşeli bir fare ailesi yaşamaktadır. Ancak çiftçiler, çiftliği terk edince ambar boş, fareler de yiyeceksiz kalır. Kış da gelmek üzeredir; böylece fareler mısır, fındık, buğday ve saman toplamaya koyulurlar. Gece gündüz, hepsi çalışır. Biri hariç: Frederick …

“Frederick, niçin çalışmıyorsun?” diye sorarlar. “Hiç çalışmaz olur muyum,” diye yanıt verir biraz alınmış olan Frederick: “Soğuk, karanlık kış günleri için güneş ışını topluyorum,” diye de ekler. Frederick’in büyük bir taş üzerinde oturduğunu gördüklerinde ise, “Şimdi ne yapıyorsun, Frederick?” diye sorarlar. “Renk topluyorum, çünkü kış külrengi olur,” diye yanıt verir. Bir başka sefer de bir bitkinin altına çömelmiş Frederick’i görünce, “Hayallere mi daldın, Frederick?” derler. “Yoo, hayır, sözcük topluyorum. Kış günleri uzun olur, bitmek bilmez, o yüzden söyleyeceklerimiz tükenecektir,” diye karşılık verir.

Kış gelir; fareler taşların arasındaki yuvalarına sığınırlar. Başlangıçta yemek yiyip gülüşürler, birbirlerine hikâyeler anlatırlar. Ama bir süre sonra yiyecekler azalmaya başlar. Yuvaları buz gibidir ve kimsede konuşma isteği yoktur. İşte o zaman akıllarına Frederick’in topladığı güneş ışınları, renkler ve sözcükler gelir. 

Frederick konuşmaya başlayınca soğuk ve gri kış günleri ısınır, renklenir. Sözünü bitirdiğinde ise herkes alkışlar ve “Frederick, meğer şairmişsin sen!” der. Kızaran Frederick ise utana sıkıla, “Biliyorum,” diye karşılık verir.

Frederick, diğerlerinden farklıdır. Dünyaya başka türlü bakar, başka türlü algılar. Diğerleri ilk başta ne yaptığını kavrayamazlar, ama onun da sırası gelir. Frederick’in içinde yaşadığı dünyaya katkısı başkalarınınkine benzemez, ama en az onlarınki kadar önemlidir. Hatta bana kalırsa biraz daha fazla… 

Hollanda’da doğan, Amerika ve İtalya’da yaşayan yazar-illüstratör Leo Lionni’nin daha önce de Bir Kitap Lütfen’de bahsettiğimiz kitabı Frederick kısa bir süre önce Elma Çocuk tarafından Kemal Atakay çevirisiyle yayımlandı. 1967 yılında yayımlanan Frederick, Amerika’da verilen ve çocuk kitapları alanında en saygın ödüllerden biri olan Caldecott Onur Kitapları listesine girdi. 

Başka ödüllere de değer görülen Frederick’in dilimize çevrilmesine en çok sevinenlerden biriyim herhalde. Bu duyarlı, dikkatli, sürprizli karakteri eminim ki çocuklar çok sevecekler.  

Kitap, yayınevi tarafından 5-7 yaş grubu çocuklar için öneriliyor.


Tülin Sadıkoğlu


5 Ekim 2015 Pazartesi

Kayıp Çocuklar Bahçesi

Çocuklar en çok neyi sever? Bunun yanıtı çikolata, şeker, badem diye çocuktan çocuğa değişiklik gösterse de çocukların hepsi tek bir şeyi sever; oyun oynamayı. Kendi kurallarını koydukları ya da daha önce konulmuş kurallı oyunları oynamayı hep isterler. Hatta gerçeklerden o kadar soyutlanırlar ki kendilerini oyuna kaptırıp gerçek dünyada onları merak edecek birilerinin olduğunu unuturlar.

Kayıp Çocuklar Bahçesi, bir arayışın öyküsünü anlatıyor. Sevinçli bir bahar günü, kısrağın tayının yanında olmadığını fark etmesiyle endişeyle dolmaya başlar. Sevinç kaybolur. Yana yakıla yavrusunu aramaya başladığında rastladığı bir ördeğe yavrusunu görüp görmediğini sorar. Ördek, tayı görmediğini söylerken kısrağa kendi yavrusunu sorar. Farklı bir yanıt alamaz karşısındakinden. Sonra yavrularını birlikte aramaya karar verirler. Derken yollarına bir eşek çıkar, biraz ilerlediklerinde bir keçi katılır onlara, sonra bir inek, bir köpek, en sonunda da bir insan. Baba da çocuğunu aramaktadır yana yakıla… Arayışları bir netice verir elbet. Çocuklarını en iyi yaptıkları şeyi yaparken, oyun oynarken bulurlar. Gün yine sevinçle dolar.

Doğan Gündüz’ün yazdığı, Emine Bora’nın resimlediği Kayıp Çocuklar Bahçesi metinde de geçen sevinçli ilkbahar günlerinde yayımlandı. 

Doğan Gündüz metninde dayanışmayı her çocuğun ailesi için biricikliğini vurguluyor. Her ebeveynin kendi yavrusunu tarif ederken kullandığı sıfatlarla bu duyguya yöneltiyor bizi. Çocuklarını arama sürecinde ise bir araya gelip kolektif çalışmayı, birbirine destek olmanın önemini satır aralarında göze batırmadan gösteriyor bize. Dayanışma ve umutla ilerletiyor metnini.

Doğan Gündüz, bir süredir yazdıklarını merak ve beğeni ile takip ettiğim bir yazar. Az sayıda erkek yazarın varlık gösterdiği çocuk edebiyatı sahasında farklı bir baba bakış açısı ve hassasiyeti görmek mümkün metinlerinde. Refik Durbaş’ın çocuklar için yazdığı şiir ve metinlerde yakaladığım şair hassasiyetini Kayıp Çocuklar Bahçesin’de çocuğunu arayan bir anne değil de baba olması örneğinden de anlaşılacağı gibi Gündüz’ün yazdıklarında da görmek metne daha farklı yaklaşmamı sağlıyor. Haftanın kayıp günü cumartesiye ithaf edilmiş olmasıyla kitap gönlümde daha da anlamlı bir yere yerleşiyor.

Kayıp Çocuklar Bahçesi, Yapı Kredi Yayınları’nca okul öncesi dönem çocuklar için yayımlandı. Belki bir gün çocukların bakış açısıyla da bu öyküyü okuma şansımız olur.


Ebru Akkaş

28 Eylül 2015 Pazartesi

Eve Giden Küçük Tren

Her şey bir mezurayla başladı...

Teknik işlerden sorumlu olan Mevlüt Bey, maden kapatılıp da tüm ölçüm aletlerinden yoksun kalınca ölçüm yapmaya devam edebilmek için çareyi karısının mezurasını ödünç almakta bulur. Böylece evdeki eşyaların boyutlarını ölçmeye başlar. İş bununla da kalmaz, evlerinin bulunduğu arazinin sınırlarını ölçmeye kalkar ve bunun sonucunda haritalardaki ölçümlerde hatalar olduğu sonucuna varır. Yalnızca kendi arazisinde değil, komşularınınkinde de hatalar vardır. Haritalardaki ölçülerle, kullandıkları araziler aynı değildir ve herkesin arazisi bir diğerininkine girmiş gibi görünmektedir.

Köylüler şaşkınlık içindedir. Kimse o güne kadar kimin arazisi kimin arazisini işgal ediyor, diye düşünmemiştir. Ancak şüphe tohumları ekilmiştir bir kere. Herkes eline birer metre alıp etrafı ölçmeye başlar. Hatta şehirden haritacılar getirtilir. Sonunda gerçekten de arazi sınırlarıyla haritadakilerin arasında bir uyumsuzluk olduğu ortaya çıkar. İnsanlar, haksızlığa uğradıklarına inanmaya görsünler, en çirkin surat ifadelerini takınıp, en bayağı lafları etmekten çekinmezler. Nasıl ve neden olduğu anlaşılmadan, kısa sürede, Rıza Bey dışında hepsi birbirine düşman olmuştu[r].

Münevver Hanım, en son yirmi yıl on beş gün önce geldiği köye tam da kimsenin birbiriyle konuşmadığı, dışarıya pek çıkmadığı, o yüzden köyün neredeyse terk edilmiş gibi göründüğü bir zamanda gelmiştir. Üstelik bir eşeğin sırtında...  Bir lokomotif delisi olan emekli öğretmen Münevver Hanım, tren yolunun ulaştığı son ev olan dedesinin evine yerleşmeye gelmiştir. O güne dek türlü türlü lokomotif fotoğrafı, oyuncak biriktirmiştir, ama artık kendisine ait gerçek bir tren istemektedir. Bütün bu planlarını anlattığı inanılmaz hikâyelerin yaratıcısı olan İlyas önce kuşkuyla karşılar Münevver Hanım’ı. İlk defa hayalleri olan bir büyükle karşılaşmıştır... Ama Münevver Hanım anlattıkça onun da aklına yatmaya başlar.

Münevver Hanım, planlarını gerçekleştirmek için harekete geçer. Önce, “bu iş kadın işi değil, bu iş bulaşık yıkamaya benzemez” ya da “raylar ortaya çıkınca ne olacak ki, asıl onları tamir edebilmek önemli” diyen köylüler sonunda Münevver Hanım’a yardım etmeye koyulurlar. Ray tamirinden iyi anlayan Tuncer Bey, vagon yapabilen Muzaffer Bey, elinde mezurasıyla Mevlüt Bey, Mühendis Burak Bey, elektrikçi Rıza Bey ve daha başkaları yavaş yavaş eski güzel günlerini de hatırlayarak çalışmaya başlarlar. Bu arada, onların katkıları farklı olsa da olağanüstü hikâyeler anlatan elektrikçi Rıza Bey'in kızı Meltem’i ve her şeyi insanlardan önce sezebilen yaşlı köpek İhtiyar’ı da unutmayalım. Köyde olup bitenleri gözleyen İlyas, “Meğer insanlar, hayallerini bir yerlere kilitleyip kapatmış,” diye defterine not düşecektir daha sonra, “Münevver Hanım bu kilitleri teker teker kırıyor.

Değerli yazar Behiç Ak’ın yazıp resimlediği Eve Giden Küçük Tren, Günışığı Yayınları’dan çıktı. Kitabı, dokuz yaş ve üstü genç okur arkadaşlarımız için önerebiliriz.

Kimi zaman, belki bilerek belki farkında olmayarak; hayallerimizi, bizi biz yapan heyecanlarımızı kilitli dolaplara saklıyoruz. Olmadık nedenlerle içimize çekiliyor, becerilerimizi, yeteneklerimizi nadasa bırakıyoruz. Daha sonra anlamsızlaşacak gerekçelerle bir arada olmaktan vazgeçiyor, kendimizi yalnızlaştırıyoruz. Sevgili Behiç Ak, bu kitabıyla, genç okurlarına bunu asla yapmamalarını, hayallerini kovalamaktan asla vazgeçmemeleri gerektiğini gösteriyor. Zaman zaman engeller bizi durdursa da bazen eşek sırtında bir Münevver Hanım bazen de sevdiğimiz bir yazar hayatımıza giriveriyor ve bizi uyandırıyor.

Tülin Sadıkoğlu

23 Eylül 2015 Çarşamba

Şeker Portakalı

Okuduğum Fransız okulunda, her okul senesinin başında bize bir liste verilirdi. İçinde o sene okumamızı önerdikleri kitapların isimleri yazardı. Oradan keşfedip okumuştuk Şeker Portakalı'nı.

1987 yılıydı, 11 yaşındaydım. Hayatımda beni etkilemiş olan en önemli kitaplardan biridir. Hüngür hüngür ağlamıştım. Seneler boyunca dönem dönem geri okumuşumdur bu güzel romanı.

Brezilyalı çok fakir bir ailenin içine dalıyoruz Şeker Portakalı ile. İşsizlik yüzünden ruhsal bunalım içinde olan bir baba, fabrikada çalışarak küçücük bir maaş karşılığında ailenin geçimini sağlamaya çalışan bir anne, yoksulluk içinde bocalayan diğer kardeşler, ve aralarında baş kahramanımız beş yaşında olan Zeze ile tanışıyoruz. 

Zeze çok akıllı ve çok geniş hayal gücü olan bir çocuk. Tek başına okumayı öğrenmiş. Büyüyünce "papyonlu bir şair" olmayı hayal ediyor. Yalnızlığını saklamak için de devamlı yaramazlık yapıyor. Bu yüzden de sürekli ailesi tarafından dayak yiyor. Sadece ablası Gloria ve öğretmeni onu koruyorlar.  
Dünyadaki en yakın arkadaşı bahçedeki minik bir portakal fidanı. Zeze ona kalbini açar ve beraber uzun sohbetler ederler.

Bir gün de, Portuga ile tanışır. Aksi bir ilk karşılaşmadan sonra aralarında müthiş bir sevgi doğar. O kadar güzel bir ilişkileri olur ki Zeze ondan kendisini evlat edinmesini  ister. 
Romanın sonu büyük bir trajedi ile biter. Acı ve kayıplar sonucunda Zeze yavaş yavaş yetişkinler dünyasına ilk adımlarını atarak olgunlaşmaya başlar.

Ilginç bir yazar José Mauro de Vasconcelos. 26 Şubat 1920’de Rio de Janerio yakınlarındaki Bangu’da doğmus. Kızıldereli bir annenin ve Portekizli bir babanın oğludur.
Yazar olana kadar çeşitli yollardan girip çıkmış. İki yıl tıp eğitimi almış ama bitirmeden ayrılmış. Boks antrenörlüğü, ressam ve heykeltıraşlara modellik, muz plantasyonlarında hamallık, gece kulüplerinde garsonluk gibi çeşitli işlerde çalışmış. Kızılderililer arasında yaşamış. 


Şeker Portakalı'nı 1968'de yazmış ve kendi çocukluğundan bir sürü olayı kitaba aktarmış. Bu, en otobiyografik kitabıdır. 1985'de aramızdan ayrılan Vasconcelos, bu kitabı "yirmi yıldan fazla bir zaman yüreğinde taşıdığını" ve 12 günde yazdığını söylüyor.
 
Şeker Portakalı
'nın alt başlığı: "Günün Birinde Acıyı Keşfeden Bir Çocuğun Öyküsü". O çocuk ile beraber bizler de keşfettik. Bence her çocuğun bu kitabı okuması gerek, hayatın gerçeklerini anlatan çok derin bir kitap. Evet, zor bir konu. Evet, çoğu okurunu ağlatıyor. Ama bu, çok çarpıcı ve etkileyici olmasından kaynaklanıyor; bundan da kaçmamak gerek.

Sayenizde, Bir Kitap Lütfen'e bu güzel kitapla ilgili bu cümleleri yazarken, 1987'den beri yanımda taşıdığım kitabı uzun süreden sonra yine açıp "sayfaladım".  Ilk kez dikkatimi çeken bir ithaf fark ettim. Vasconselos, Şeker Portakalı'nı hayattan vazgeçen kardeşleri Luis ve Gloria'ya, ve erken vefat eden Portuga'ya adamış. Hepsi gerçek karakterlermiş ve hepsi erkenden gitmişler...

Yazarın diğer kitaplarında Güneşi Uyandıralım ve Delifişek'te Zeze'nin büyürken yaşadığı serüvenleri izleyebiliriz. Ama bunlardan daha sonra tekrar bahsedelim.

Can Yayınları
'ndan çıkan, çevirisini Aydın Emeç'in yaptığı bu güzel romanı 11 yaşından itibaren çocuk ve büyük herkese tavsiye ederim. 

Kitabın ismiyle ilgili bir düşüncemi de paylaşmak isterim. Başka dillerde: O Meu Pé de Laranja Lima, Mon Bel Oranger, My Sweet Orange Tree
Bizde Şeker Portakalı olarak çevrilmiş olması çok güzel bir seçenek bence, Güzel Portakal Fidanım yerine, ama iyelik ekinin olmaması bence çok büyük bir eksik. Şeker PortakalıM olması gerekirdi diye düsünüyorum.

"Iyi Okumalar" dileklerimle,
Yaprak Moralı




21 Eylül 2015 Pazartesi

Canavar Dişçi

Kasabaya karanlık çökmüştü.Gecenin köründe acayip şeyler oluyordu. Yatma zamanı geldiğinde çocuklar yastıklarının altına düşen dişlerini koyuyorlar ve diş perisinin gelip bozuk parabırakmasını bekliyorlardı. Sabah uyandıklarında ise, yastıkların altında sözü edilemeyecek şeyler buldular. Ölü bir sümüklü böcek. Canlı bir örümcek.

Canavar Dişçi, dişçi korkusu ile beraber maden kazası geçiren ve çalışamayan babasından ayrılma korkusu yaşayan Alfred adında bir çocuğun öyküsünü anlatıyor. Alfie ile babasının güzel bir ilişkisi vardır; annesi olmayan Alfie babasının anlattığı hikâyelerle büyür. Artık bu olağanüstü öğeler içeren öykülere inanmaması gereken bir yaşa geldiğini düşündüğü anda yaşadığı şeyler onu haksız çıkarmak üzeredir.

Çıkan dişlerini yastıklarının altına koyup uyandıklarında para görmeyi bekleyen kasaba çocukları iğrenç diye niteledikleri şeyler bulurlar yastıklarının altında. Bu yetmezmiş gibi dişçi korkusunu haklı çıkaran yeni bir dişçi gelir kasabaya. Dişçiden korkmayan çocuklara bile bir korku gelir çünkü yeni dişçi tekinsiz biridir.

Tam bu sırada da dişi ağrıyan Alfred çaresiz bu dişçiye gidecektir. Bu tuhaf zamanlamadan ve bir şeylerin yanlış gittiğinden şüphelenen Alfred’e bu macerasında arkadaşı Gabz ve varlığında pek hazzetmediği sosyal güvenlik görevlisi Winnie eşlik eder.

David Walliams'ın yazdığı, eğlencenin hüzne baskın olduğu ve içinde birçok uydurma kelimenin yer aldığı kitabın resimleri Tony Ross’a ait. Süha Karadeniz’in çevirdiği kitap Epsilon Yayınları tarafından yayımlandı.

İsim soyad benzerliği sebebiyle soyadını Williams’dan Walliams olarak değiştiren David Walliams, İngiltere’de oldukça sevilen bir komedyen. Komedi ile yetinmeyip birkaç yıldır da çocuk kitapları yazıyor. İngiltere’de toplam kitap satışları  4 milyonu aşan Walliams’ı İngiliz yayıncılık piyasası yeni Roald Dahl’ı olarak  tanıtıyor. Yazarın kitapları şu ana kadar 40 dile çevrilmiş. Ülkemizde bu başarıyı yakalayıp yakalamayacağını hep birlikte göreceğiz.

Ebru Akkaş

14 Eylül 2015 Pazartesi

Farklı Ama Aynı

Bir bahar akşamı, çoban ve sürüsü otlaklardan dönerken dişi keçilerden biri yavrular. Doğan bu siyah-beyaz çok sevimli oğlağın ön bacakları tutmamaktadır. Bu haliyle yürümesi imkânsızdır. Çoban, oğlağı kucağına alır ve ağıla kadar taşır. O günden sonra da oğlağı heybesinde götürür her yere.

Küçük oğlak sürüdeki diğer yavrularla birlikte büyümektedir. Birlikte eğlenirler de ama küçük oğlak arkadaşları gibi dağlarda, tepelerde koşmayı hayal etmektedir. Günlerden bir gün çoban, sürüsü otlarken bir yandan küçük oğlağa bakar, bir yandan da yere bir şeyler çizer. Sonra bir ağacın dallarını keser ve bunları eğip bükmeye, sepet gibi örmeye başlar. Küçük oğlak merakla çobanı izlemektedir. Çoban ne yapmaktadır? Bunu ancak ertesi sabah öğrenecektir. Çoban, ön ayakları güçsüz olan ve bu yüzden yürüyemeyen oğlak için bir bisiklet yapmıştır. Bu, biraz değişik bir bisiklettir... O günden sonra oğlak sürüsüyle birlikte dağlara tırmanır, onlarla birlikte otlar, oynar. Bununla da bitmez. Küçük oğlağı bekleyen güzel bir karşılaşma daha var! Kitabı okuyunca bunun ne olduğunu göreceksiniz.

Feridun Oral’ın yazıp resimlediği Farklı Ama Aynı adlı resimli öykü kitabı Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı.

Engellilik temasını oldukça naif bir şekilde ele alan kitabın, benim için öne çıkan yanı olumlu havası. Başlığı bile tek başına çok şey ifade eden bu kitap bana ayrıca Mexico City’de düzenlenen IBBY Kongresi’nde Meksikalı yazar Alicia Molina’nın yaptığı konuşmayı hatırlattı. Molina çok genel olarak “herkes” kavramı üzerine konuşmuş ve aslında “herkes”in nasıl kolaylıkla “biz” ve “diğerleri”ne bölünebileceğini söylemişti. Molina, “biz”e benzemeyeni nasıl görmezden geldiğimizi, onları nasıl ötekileştirdiğimizi de kendi kızıyla ilgili aktardığı anekdotlarla göstermişti. Serebral palsili olan kızı Ana, yedi yaşındayken, herkesin ona bakmaktan neden kaçındığını merak eder ve annesine, “Neden bana bakmak kötü? Ben de onlara bakarsam kabalık mı etmiş olurum?” diye sorar. Bir başka sefer de ilkokulda kendisinden daha ileri seviyede serebral palsili bir sınıf arkadaşı olduğunda, Alicia Molina kızının belki de moralini yükseltmek için, konuşamayan ve bu nedenle iletişimi gözleriyle sağlayan Jorge’nin durumunun gerçekten de “çooook” ciddi olduğunu söyler. Kızı Ana’dan aldığı karşılık ise, “Anne, anlamıyorsun. Eğer onu (kimseyle) karşılaştırmazsan Jorge mükkemmel (biri)”. Molina, kızından gerçekten de iyi bir eğitim almış gibi görünüyor.

Kimi zaman iyi niyetle, kimi zaman da nasıl davranacağını bilemeyenler kendilerinden farklı olana sanki yoklarmış gibi davranabiliyor. Molina’nın da ifade ettiği gibi bunun nezaketli olduğunu varsayıyorlar; ancak onların kendilerini dışlanmış hissedebileceklerini düşünmüyorlar.

Feridun Oral’ın kitabı tam da bu noktada farklı. Ön bacakları güçsüz olan oğlak doğduğu andan itibaren kabul görüyor. Ne çoban ne de arkadaşları tarafından dışlanıyor; çünkü küçük oğlak farklı ama aynıdır aslında. Birlikte koşup dağlara tırmanamasalar da sürünün bir parçasıdır. Üstelik aldığı pratik bir destekle, daha sonradan, onların yapabildiği her şeyi yapmaya da başlar.

Bazen bir öykü yalnızca bir öykü olmuyor okurlar için. Kapağını kapattığınızda öykünün anlattılarının yol verdiği çağrışımlarla kitap sizi çok daha derin farkındalıklara götürüyor.  Feridun Oral’ın kitabı bunlardan biri...

Tülin Sadıkoğlu