28 Eylül 2015 Pazartesi

Eve Giden Küçük Tren

Her şey bir mezurayla başladı...

Teknik işlerden sorumlu olan Mevlüt Bey, maden kapatılıp da tüm ölçüm aletlerinden yoksun kalınca ölçüm yapmaya devam edebilmek için çareyi karısının mezurasını ödünç almakta bulur. Böylece evdeki eşyaların boyutlarını ölçmeye başlar. İş bununla da kalmaz, evlerinin bulunduğu arazinin sınırlarını ölçmeye kalkar ve bunun sonucunda haritalardaki ölçümlerde hatalar olduğu sonucuna varır. Yalnızca kendi arazisinde değil, komşularınınkinde de hatalar vardır. Haritalardaki ölçülerle, kullandıkları araziler aynı değildir ve herkesin arazisi bir diğerininkine girmiş gibi görünmektedir.

Köylüler şaşkınlık içindedir. Kimse o güne kadar kimin arazisi kimin arazisini işgal ediyor, diye düşünmemiştir. Ancak şüphe tohumları ekilmiştir bir kere. Herkes eline birer metre alıp etrafı ölçmeye başlar. Hatta şehirden haritacılar getirtilir. Sonunda gerçekten de arazi sınırlarıyla haritadakilerin arasında bir uyumsuzluk olduğu ortaya çıkar. İnsanlar, haksızlığa uğradıklarına inanmaya görsünler, en çirkin surat ifadelerini takınıp, en bayağı lafları etmekten çekinmezler. Nasıl ve neden olduğu anlaşılmadan, kısa sürede, Rıza Bey dışında hepsi birbirine düşman olmuştu[r].

Münevver Hanım, en son yirmi yıl on beş gün önce geldiği köye tam da kimsenin birbiriyle konuşmadığı, dışarıya pek çıkmadığı, o yüzden köyün neredeyse terk edilmiş gibi göründüğü bir zamanda gelmiştir. Üstelik bir eşeğin sırtında...  Bir lokomotif delisi olan emekli öğretmen Münevver Hanım, tren yolunun ulaştığı son ev olan dedesinin evine yerleşmeye gelmiştir. O güne dek türlü türlü lokomotif fotoğrafı, oyuncak biriktirmiştir, ama artık kendisine ait gerçek bir tren istemektedir. Bütün bu planlarını anlattığı inanılmaz hikâyelerin yaratıcısı olan İlyas önce kuşkuyla karşılar Münevver Hanım’ı. İlk defa hayalleri olan bir büyükle karşılaşmıştır... Ama Münevver Hanım anlattıkça onun da aklına yatmaya başlar.

Münevver Hanım, planlarını gerçekleştirmek için harekete geçer. Önce, “bu iş kadın işi değil, bu iş bulaşık yıkamaya benzemez” ya da “raylar ortaya çıkınca ne olacak ki, asıl onları tamir edebilmek önemli” diyen köylüler sonunda Münevver Hanım’a yardım etmeye koyulurlar. Ray tamirinden iyi anlayan Tuncer Bey, vagon yapabilen Muzaffer Bey, elinde mezurasıyla Mevlüt Bey, Mühendis Burak Bey, elektrikçi Rıza Bey ve daha başkaları yavaş yavaş eski güzel günlerini de hatırlayarak çalışmaya başlarlar. Bu arada, onların katkıları farklı olsa da olağanüstü hikâyeler anlatan elektrikçi Rıza Bey'in kızı Meltem’i ve her şeyi insanlardan önce sezebilen yaşlı köpek İhtiyar’ı da unutmayalım. Köyde olup bitenleri gözleyen İlyas, “Meğer insanlar, hayallerini bir yerlere kilitleyip kapatmış,” diye defterine not düşecektir daha sonra, “Münevver Hanım bu kilitleri teker teker kırıyor.

Değerli yazar Behiç Ak’ın yazıp resimlediği Eve Giden Küçük Tren, Günışığı Yayınları’dan çıktı. Kitabı, dokuz yaş ve üstü genç okur arkadaşlarımız için önerebiliriz.

Kimi zaman, belki bilerek belki farkında olmayarak; hayallerimizi, bizi biz yapan heyecanlarımızı kilitli dolaplara saklıyoruz. Olmadık nedenlerle içimize çekiliyor, becerilerimizi, yeteneklerimizi nadasa bırakıyoruz. Daha sonra anlamsızlaşacak gerekçelerle bir arada olmaktan vazgeçiyor, kendimizi yalnızlaştırıyoruz. Sevgili Behiç Ak, bu kitabıyla, genç okurlarına bunu asla yapmamalarını, hayallerini kovalamaktan asla vazgeçmemeleri gerektiğini gösteriyor. Zaman zaman engeller bizi durdursa da bazen eşek sırtında bir Münevver Hanım bazen de sevdiğimiz bir yazar hayatımıza giriveriyor ve bizi uyandırıyor.

Tülin Sadıkoğlu

23 Eylül 2015 Çarşamba

Şeker Portakalı

Okuduğum Fransız okulunda, her okul senesinin başında bize bir liste verilirdi. İçinde o sene okumamızı önerdikleri kitapların isimleri yazardı. Oradan keşfedip okumuştuk Şeker Portakalı'nı.

1987 yılıydı, 11 yaşındaydım. Hayatımda beni etkilemiş olan en önemli kitaplardan biridir. Hüngür hüngür ağlamıştım. Seneler boyunca dönem dönem geri okumuşumdur bu güzel romanı.

Brezilyalı çok fakir bir ailenin içine dalıyoruz Şeker Portakalı ile. İşsizlik yüzünden ruhsal bunalım içinde olan bir baba, fabrikada çalışarak küçücük bir maaş karşılığında ailenin geçimini sağlamaya çalışan bir anne, yoksulluk içinde bocalayan diğer kardeşler, ve aralarında baş kahramanımız beş yaşında olan Zeze ile tanışıyoruz. 

Zeze çok akıllı ve çok geniş hayal gücü olan bir çocuk. Tek başına okumayı öğrenmiş. Büyüyünce "papyonlu bir şair" olmayı hayal ediyor. Yalnızlığını saklamak için de devamlı yaramazlık yapıyor. Bu yüzden de sürekli ailesi tarafından dayak yiyor. Sadece ablası Gloria ve öğretmeni onu koruyorlar.  
Dünyadaki en yakın arkadaşı bahçedeki minik bir portakal fidanı. Zeze ona kalbini açar ve beraber uzun sohbetler ederler.

Bir gün de, Portuga ile tanışır. Aksi bir ilk karşılaşmadan sonra aralarında müthiş bir sevgi doğar. O kadar güzel bir ilişkileri olur ki Zeze ondan kendisini evlat edinmesini  ister. 
Romanın sonu büyük bir trajedi ile biter. Acı ve kayıplar sonucunda Zeze yavaş yavaş yetişkinler dünyasına ilk adımlarını atarak olgunlaşmaya başlar.

Ilginç bir yazar José Mauro de Vasconcelos. 26 Şubat 1920’de Rio de Janerio yakınlarındaki Bangu’da doğmus. Kızıldereli bir annenin ve Portekizli bir babanın oğludur.
Yazar olana kadar çeşitli yollardan girip çıkmış. İki yıl tıp eğitimi almış ama bitirmeden ayrılmış. Boks antrenörlüğü, ressam ve heykeltıraşlara modellik, muz plantasyonlarında hamallık, gece kulüplerinde garsonluk gibi çeşitli işlerde çalışmış. Kızılderililer arasında yaşamış. 


Şeker Portakalı'nı 1968'de yazmış ve kendi çocukluğundan bir sürü olayı kitaba aktarmış. Bu, en otobiyografik kitabıdır. 1985'de aramızdan ayrılan Vasconcelos, bu kitabı "yirmi yıldan fazla bir zaman yüreğinde taşıdığını" ve 12 günde yazdığını söylüyor.
 
Şeker Portakalı
'nın alt başlığı: "Günün Birinde Acıyı Keşfeden Bir Çocuğun Öyküsü". O çocuk ile beraber bizler de keşfettik. Bence her çocuğun bu kitabı okuması gerek, hayatın gerçeklerini anlatan çok derin bir kitap. Evet, zor bir konu. Evet, çoğu okurunu ağlatıyor. Ama bu, çok çarpıcı ve etkileyici olmasından kaynaklanıyor; bundan da kaçmamak gerek.

Sayenizde, Bir Kitap Lütfen'e bu güzel kitapla ilgili bu cümleleri yazarken, 1987'den beri yanımda taşıdığım kitabı uzun süreden sonra yine açıp "sayfaladım".  Ilk kez dikkatimi çeken bir ithaf fark ettim. Vasconselos, Şeker Portakalı'nı hayattan vazgeçen kardeşleri Luis ve Gloria'ya, ve erken vefat eden Portuga'ya adamış. Hepsi gerçek karakterlermiş ve hepsi erkenden gitmişler...

Yazarın diğer kitaplarında Güneşi Uyandıralım ve Delifişek'te Zeze'nin büyürken yaşadığı serüvenleri izleyebiliriz. Ama bunlardan daha sonra tekrar bahsedelim.

Can Yayınları
'ndan çıkan, çevirisini Aydın Emeç'in yaptığı bu güzel romanı 11 yaşından itibaren çocuk ve büyük herkese tavsiye ederim. 

Kitabın ismiyle ilgili bir düşüncemi de paylaşmak isterim. Başka dillerde: O Meu Pé de Laranja Lima, Mon Bel Oranger, My Sweet Orange Tree
Bizde Şeker Portakalı olarak çevrilmiş olması çok güzel bir seçenek bence, Güzel Portakal Fidanım yerine, ama iyelik ekinin olmaması bence çok büyük bir eksik. Şeker PortakalıM olması gerekirdi diye düsünüyorum.

"Iyi Okumalar" dileklerimle,
Yaprak Moralı




21 Eylül 2015 Pazartesi

Canavar Dişçi

Kasabaya karanlık çökmüştü.Gecenin köründe acayip şeyler oluyordu. Yatma zamanı geldiğinde çocuklar yastıklarının altına düşen dişlerini koyuyorlar ve diş perisinin gelip bozuk parabırakmasını bekliyorlardı. Sabah uyandıklarında ise, yastıkların altında sözü edilemeyecek şeyler buldular. Ölü bir sümüklü böcek. Canlı bir örümcek.

Canavar Dişçi, dişçi korkusu ile beraber maden kazası geçiren ve çalışamayan babasından ayrılma korkusu yaşayan Alfred adında bir çocuğun öyküsünü anlatıyor. Alfie ile babasının güzel bir ilişkisi vardır; annesi olmayan Alfie babasının anlattığı hikâyelerle büyür. Artık bu olağanüstü öğeler içeren öykülere inanmaması gereken bir yaşa geldiğini düşündüğü anda yaşadığı şeyler onu haksız çıkarmak üzeredir.

Çıkan dişlerini yastıklarının altına koyup uyandıklarında para görmeyi bekleyen kasaba çocukları iğrenç diye niteledikleri şeyler bulurlar yastıklarının altında. Bu yetmezmiş gibi dişçi korkusunu haklı çıkaran yeni bir dişçi gelir kasabaya. Dişçiden korkmayan çocuklara bile bir korku gelir çünkü yeni dişçi tekinsiz biridir.

Tam bu sırada da dişi ağrıyan Alfred çaresiz bu dişçiye gidecektir. Bu tuhaf zamanlamadan ve bir şeylerin yanlış gittiğinden şüphelenen Alfred’e bu macerasında arkadaşı Gabz ve varlığında pek hazzetmediği sosyal güvenlik görevlisi Winnie eşlik eder.

David Walliams'ın yazdığı, eğlencenin hüzne baskın olduğu ve içinde birçok uydurma kelimenin yer aldığı kitabın resimleri Tony Ross’a ait. Süha Karadeniz’in çevirdiği kitap Epsilon Yayınları tarafından yayımlandı.

İsim soyad benzerliği sebebiyle soyadını Williams’dan Walliams olarak değiştiren David Walliams, İngiltere’de oldukça sevilen bir komedyen. Komedi ile yetinmeyip birkaç yıldır da çocuk kitapları yazıyor. İngiltere’de toplam kitap satışları  4 milyonu aşan Walliams’ı İngiliz yayıncılık piyasası yeni Roald Dahl’ı olarak  tanıtıyor. Yazarın kitapları şu ana kadar 40 dile çevrilmiş. Ülkemizde bu başarıyı yakalayıp yakalamayacağını hep birlikte göreceğiz.

Ebru Akkaş

14 Eylül 2015 Pazartesi

Farklı Ama Aynı

Bir bahar akşamı, çoban ve sürüsü otlaklardan dönerken dişi keçilerden biri yavrular. Doğan bu siyah-beyaz çok sevimli oğlağın ön bacakları tutmamaktadır. Bu haliyle yürümesi imkânsızdır. Çoban, oğlağı kucağına alır ve ağıla kadar taşır. O günden sonra da oğlağı heybesinde götürür her yere.

Küçük oğlak sürüdeki diğer yavrularla birlikte büyümektedir. Birlikte eğlenirler de ama küçük oğlak arkadaşları gibi dağlarda, tepelerde koşmayı hayal etmektedir. Günlerden bir gün çoban, sürüsü otlarken bir yandan küçük oğlağa bakar, bir yandan da yere bir şeyler çizer. Sonra bir ağacın dallarını keser ve bunları eğip bükmeye, sepet gibi örmeye başlar. Küçük oğlak merakla çobanı izlemektedir. Çoban ne yapmaktadır? Bunu ancak ertesi sabah öğrenecektir. Çoban, ön ayakları güçsüz olan ve bu yüzden yürüyemeyen oğlak için bir bisiklet yapmıştır. Bu, biraz değişik bir bisiklettir... O günden sonra oğlak sürüsüyle birlikte dağlara tırmanır, onlarla birlikte otlar, oynar. Bununla da bitmez. Küçük oğlağı bekleyen güzel bir karşılaşma daha var! Kitabı okuyunca bunun ne olduğunu göreceksiniz.

Feridun Oral’ın yazıp resimlediği Farklı Ama Aynı adlı resimli öykü kitabı Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı.

Engellilik temasını oldukça naif bir şekilde ele alan kitabın, benim için öne çıkan yanı olumlu havası. Başlığı bile tek başına çok şey ifade eden bu kitap bana ayrıca Mexico City’de düzenlenen IBBY Kongresi’nde Meksikalı yazar Alicia Molina’nın yaptığı konuşmayı hatırlattı. Molina çok genel olarak “herkes” kavramı üzerine konuşmuş ve aslında “herkes”in nasıl kolaylıkla “biz” ve “diğerleri”ne bölünebileceğini söylemişti. Molina, “biz”e benzemeyeni nasıl görmezden geldiğimizi, onları nasıl ötekileştirdiğimizi de kendi kızıyla ilgili aktardığı anekdotlarla göstermişti. Serebral palsili olan kızı Ana, yedi yaşındayken, herkesin ona bakmaktan neden kaçındığını merak eder ve annesine, “Neden bana bakmak kötü? Ben de onlara bakarsam kabalık mı etmiş olurum?” diye sorar. Bir başka sefer de ilkokulda kendisinden daha ileri seviyede serebral palsili bir sınıf arkadaşı olduğunda, Alicia Molina kızının belki de moralini yükseltmek için, konuşamayan ve bu nedenle iletişimi gözleriyle sağlayan Jorge’nin durumunun gerçekten de “çooook” ciddi olduğunu söyler. Kızı Ana’dan aldığı karşılık ise, “Anne, anlamıyorsun. Eğer onu (kimseyle) karşılaştırmazsan Jorge mükkemmel (biri)”. Molina, kızından gerçekten de iyi bir eğitim almış gibi görünüyor.

Kimi zaman iyi niyetle, kimi zaman da nasıl davranacağını bilemeyenler kendilerinden farklı olana sanki yoklarmış gibi davranabiliyor. Molina’nın da ifade ettiği gibi bunun nezaketli olduğunu varsayıyorlar; ancak onların kendilerini dışlanmış hissedebileceklerini düşünmüyorlar.

Feridun Oral’ın kitabı tam da bu noktada farklı. Ön bacakları güçsüz olan oğlak doğduğu andan itibaren kabul görüyor. Ne çoban ne de arkadaşları tarafından dışlanıyor; çünkü küçük oğlak farklı ama aynıdır aslında. Birlikte koşup dağlara tırmanamasalar da sürünün bir parçasıdır. Üstelik aldığı pratik bir destekle, daha sonradan, onların yapabildiği her şeyi yapmaya da başlar.

Bazen bir öykü yalnızca bir öykü olmuyor okurlar için. Kapağını kapattığınızda öykünün anlattılarının yol verdiği çağrışımlarla kitap sizi çok daha derin farkındalıklara götürüyor.  Feridun Oral’ın kitabı bunlardan biri...

Tülin Sadıkoğlu

7 Eylül 2015 Pazartesi

Kayıp Renkler

Benim renklerim beni görmezden geldi ve yoluna devam etti.

Sıradan bir günde, büyük bir şehirde geçiyor Kayıp Renkler. Tüm bu karmaşanın arasında tatlı bir ses duyuyor anlatıcı. Bu tatlı ses sokakta çalışan çocuklara ait. Resimleri boyamak için fırçasının renklere daldırdığını hayal eden aslında soluk renklerle işi olan bir ayakkabı boyacısı. Araba camlarını silen bir başkası... Renklerini arayan bu çocuklar, bu renklerin kendilerine ait olmadıklarını hatta varlıklarını bile duyumsamadıkları "gölgelerin" altında yaşıyorlar. Görmezden gelinmeye alışmış, sanki o yaşta çalışmaları, sokakta olmaları normal kabul edilmeye başlanmış bu çocuklar, kendi boylarında bir çocuk sayesinde aradıkları renkleri bir şeytan uçurtmasında bulurlar.

Sokakta çalışmak zorunda bırakılan çocukların hikâyesini anlatılıyor bu kitapta. Sattığı simidin, şekerin tadına bakamayan; kâğıt mendil ile akan burnunu silemeyen; hayalindeki oyuncak araba modellerinin camlarını silen çocuklar anlatılıyor. Oyun oynamak yerine hayatla erken yaşta yüzleşen çocukların hakkından bahsediyor bu Kayıp Renkler. Renklerini çalan, üstlerine kâbus gibi çöken büyükleri yetmezmiş gibi onlardan sorumlu diğer yetişkinlerin de görmezden geldiği bir durum tasvir ediliyor.

Çocukların oyun, eğitim hakkı uluslararası anlaşmalar ile korunurken bunları uygulayıcıların gösterdiği esneklikten de dem vuruluyor kitapta. Ülkemizin de imzası bulunan Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin 31. maddesine de yer veriliyor: Taraf Devletler çocuğun dinlenme, boş zaman değerlendirme, oynama ve yaşına uygun eğlence (etkinliklerinde) bulunma ve kültürel ve sanatsal yaşama serbestçe katılma hakkını tanırlar.

Suriyeli Gulnar Hajo'nun yazıp resimlediği, Elif Konar'ın çevirdiği kitap Erdem Çocuk tarafından yayımlandı. Kitap okul öncesi dönemdeki ve okumayı yeni öğrenen çocuklara hitap ediyor.

Ebru Akkaş