30 Kasım 2015 Pazartesi

Denizkızı ve Âşık Devler

Dağ ve Deniz adında iki komşu dev birbirlerine hiç öfkelenmeden yıllardır yan yana yaşamaktadır. Ancak bir gün çıkıp gelen bir denizkızı ikisinin arasını bozar. Önce, merakla yaklaşıp kim olduğunu soran Deniz, sonra da bir şeye ihtiyacı olursa kendisine haber vermesini söyleyen Dağ, büyülü sesini duyar duymaz denizkızına âşık olur.

Deniz, Dağ’ın denizkızına âşık olması kızar. “Dağ’ın kendine ait olmayan bir yerden kimseye bir şey sunamayacağını, eğer suya ihtiyacı varsa dağ üzerinde göller yaratmasını,” söyler. Dağ ise “fundalıklarını ve çam ağaçlarını sallayarak korkutucu bir sesle” Deniz’in dalgalarının kendisine zarar veremeyeceğini ve eğer çok istiyorsa deniz içinde dağlar yaratmasını önerir. İki dev arasında kalan denizkızı, bir kavga çıkmasını önlemek için onları neler yapabilecekleri ispatlamaya davet eder. Sonra ne mi olur? Deniz’le Dağ arasındaki bu çekişmenin, dünyanın en güzel plajlarından biri olarak kabul edilen Rocha Plajı’yla ne ilgisi mi var? Kitabı okuyun, göreceksiniz...

Efsanelerle ilgili pek çok tanım var. Örneğin; halkbilim araştırmacısı Saim Sakaoğlu’nun Grimm Kardeşler’den aldığı tanıma göre: “Efsane, gerçek veya hayalî muayyen şahıs, hadise veya yer hakkında anlatılan hikâyedir.” Bir başka halkbilimci olan Şükrü Elçin ise efsaneleri şöyle tanımlar: “[Efsaneler], insanoğlunun tarih sahnesinde göründüğü ilk devirlerden itibaren aynı coğrafya, muhit veya kavimler arasında doğup gelişen; zamanla inanç, adet, an’ane ve merasimlerin teşekküllerinde az çok rolü olan bir çeşit masallar[dır].” Efsanelerin ilgi çekici olmasının yanı sıra toplumlar için pek çok işlevi vardır. Daha çocukken anlatılan bu büyük hikâyeler kimi zaman insanlara kim olduklarını, nereden geldiklerini, yaşadıkları toprakların geçmişini anlatır. Kimi zaman da insanlara neler yapabileceğini gösterir. Kulaktan kulağa yayıldığı için tek bir formda kalmayabilir efsaneler. O yüzden, kişisel olarak, efsaneleri biraz da özgür masallar olarak düşünmeyi seviyorum. Ufak tefek eklemelerle ihtiyaca göre uyarlanabiliyorlar sanki.

Catarina Sobral da Denizkızı ve Âşık Devler başlıklı okulöncesi kitabında, Portekiz’in Algarve bölgesinde bulunan Rocha Plajı’nın ilham kaynağı olduğu efsaneyi yeniden yorumlamış. Kitaptaki resimler de kendisine ait. Sobral, bu kitabıyla 2014 yılında Bologna Çocuk Kitapları Fuarı’nda Uluslararası İllüstrasyon Ödülü’ne değer görülmüş. Ödüller bir kitabın değerini belirlemek için en yetkin ölçüt değil elbette, ama benim için bu ödülü önemli kılan, jürisinde hem işleriyle hem de kişiliğiyle özel biri olduğuna inandığım Andersen ödüllü Roger Mello’nun yer alması.

Catarina Sobral yazıp resimlediği, Aysın Önen’in Türkçeleştirdiği Denizkızı ve Âşık Devler Sarıgaga Yayınları tarafından yayımlanıyor.


Tülin Sadıkoğlu 

23 Kasım 2015 Pazartesi

Amcam, Ben / Havaalanında Bir Zebra

Türkiye’de büyüyüp baş rollerini Münir Özkul ile Adile Naşit’in oynadığı Neşeli Günler filmini izlemeden büyüyen biri sanırım yoktur. Turşuculuk yapan bir çiftin turşu suyu yüzünden kavga etmesiyle başlayan ayrılığı komedi ile anlatan bu film birkaç neslin hayatında yer etmiştir. Bu filmde Şener Şen’in canlandırdığı amca karakteri Ziya ise filmin unutulmazlarındandır. Ziya nabza göre şerbet veren, eğlenceli, yeğenlerini eğlendirmek için hikâyeler anlatan biridir. Hikâyeler hep kendi başından geçer; çakı ile aslan öldürmüşlüğü bile vardır...

Tüm bunlar Genç Osman Yavaş’ın yazdığı Amcam ve Ben/Havaalanında Bir Zebra kitabını okurken aklıma geldi. Çünkü Yavaş, Neşeli Günler filmininin sıcaklığını ve samimiyetini taşıyan bir amca yeğen hikâyesi anlatıyor bize.

"Benim bir amcam var, hiç bahsetmiş miydim ondan? Bahsetmedim mi? Deli dolu olduğundan, saçma komik hikâyeler anlattığından? O kadar eğlenceli ki! Bana sorarsanız, ondan her eve en az bir tane lazım ama yine de siz siz olun, söylediği her şeye de inanmayın."

Her hafta birlikte vakit geçiren, gezen bu ikilinin hikâyesini amcasını seven yeğenin ağzından dinliyoruz. Dizinin ilk kitabında amca İsviçre’ye gezmeye giderken havaalanında karşılaştığı ve seyahat etmesine yardım ettiği zebrayla ilgili bir hikâye anlatır. Bu hikâyede gerçeğe uymayan, tutarsızlık gösteren, garip kadar çok şey vardır ki bunlara inanmak mümkün değildir. Yeğen de bunların bal gibi farkındadır ama güzel, hayal gücünü aşan bir hikâyenin paha biçilmez olduğunu da bilmektedir aynı zamanda.

Mavisakal grubunun solistliğini yapan, çocuk kitabı çevirisi de yayımlanan Genç Osman Yavaş, Amcam ve Ben/Havaalanında Bir Zebra'da güzel bir okuma sunuyor. Bir solukta okunan kitap Final Kültür Sanat Yayınları tarafından yayımlandı. 

Ebru Akkaş



15 Kasım 2015 Pazar

"Bu öyküye peri masallarındaki gibi başlamak isterdim."



Bu öyküye peri masallarındaki gibi başlamak isterdim. Yani şöyle:


"Evvel zaman içinde bir Küçük Prens varmış. Kendinden bir parmak büyük bir gezegende oturur, hep bir arkadaş ararmış..." Hayatı yakından tanıyanlar için böyle bir başlangıcın daha gerçekçi bir havası olurdu.

Çünkü kimse kitabımı baştan savma okusun, istemem. Bu anıları kâğıda geçirene kadar az mı çektim. Arkadaşım koyununu alıp gideli altı yıl oluyor. Onu anlatmaya çalışmam, unutmak istemeyişimdendir.



Antoine de Saint-Exupéry, “Küçük Prens”i ülkesinden uzakta, Amerika’da olduğu bir dönemde, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru yazdı. İki dünya savaşı görmüş, yaşanan “şiddet ve karmaşayla bir zamanlar kültürlerine, kurumlarına duydukları güvenleri erozyona uğramış” pek çok kişi gibi Saint-Exupéry’nin de “varoluşsal sorgulamalar yaşadığı, hayatın anlamının kaybolduğu ya da belirsizleştiği böylesi zamanlarda bir yalnızlık içerisine girdiği” söylenir. Diğerleri gibi dönemin materyalist bakış açısından rahatsız olan Saint-Exupéry bu dönemde şiirsel ifadelerin de gülünç bulunduğuna inanır. Bu duygular ve düşünceler kitapta “Küçük Prens’in ve anlatıcının yalnızlığıyla” aktarılmaktadır. Sonuçta her ikisi de, bir başlarına, “yaşamlarının anlamını ve kendilerini bulma yolculuğundadır”.  

Saint-Exupéry’nin, Amerika’da yazdığı kitabında döneme ait göndermelerin ve yazarın kişisel deneyimlerinin (uçağının Sahra Çölü’ne düşmesi, kardeşi François’nın ölümü) yer aldığı bir gerçek. Ancak Küçük Prens bundan daha fazlasını anlatıyor elbette. Bu küçük roman “insan doğasının bir çözümlemesini yapıyor, saflık ve sevginin önemini vurguluyor, dostluğun anlamını sorguluyor ve yetişkinliğin bir durum olduğunu, çocuksuluğu kaybetmemenin mümkün olabileceğini” hatırlatıyor. Tam da bu nedenlerle, yıllardır, okurlar için Küçük Prens "evrensel ve zaman ötesi" bir kitap olmuştur.

Kitapla ilgili tartışılan bir başka konu da “Küçük Prens”in yetişkinler için mi, çocuklar için mi yazıldığıdır. Tartışmaları daha da ileriye götürecek olursak: “Küçük Prens” bir alegori mi, masal mı, mesel mi, çocuk kitabı mı yoksa bir fabl mıdır? Bir araştırmada öne sürüldüğü gibi kimilerine göre kitap Saint-Exupéry’nin yaşamı ve yaşam felsefesinin otobiyografik bir alegorisidir. Örneğin kitaptaki “gül” Saint-Exupéry’nin karısı Consuelo, baobaplar da Nazilerdir. Aynı çalışmada yazarın kendi ülkesine karşı duyduğu sorumluluk duygusunun Küçük Prens’in gezegenine duyduğuyla aynı olduğu söylenir. Kimilerine göre kitap başlı başına insanlara verilen bir mesaj, kimilerine göre ise yapılan bir “davet”tir. Kimi eleştirmenlere göre de tıpkı Hans Christian Andersen’inkiler gibi yalnızca bir masaldır ve hem çocuklar hem yetişkinler içindir. Tema ya da mesajlar bir çocuğun bakış açısıyla işlenir ve aktarılır, ancak kitap tüm okurlara seslenir.

Hangi edebi türe girerse girsin, hangi yaş grubu hedeflenmiş olursa olsun ya da ister otobiyografik ister kurmaca olsun neredeyse bütün dünya dillerine çevrilen Küçük Prens, her yaşta tekrar tekrar okunan bir başucu kitabı, bir klasik olmuştur. Değeri ve önemi tartışmasız çok büyük olan bu kitap özellikle şu günlerde yeni ya da tekrar okuyacak olanların yüreğine su ve umut serpecektir.

Tülin Sadıkoğlu


Not: Bu yazı, daha önce, Bir Kitap Lütfen'de 30 Ağustos 2013 tarihinde yayımlanmıştır.

10 Kasım 2015 Salı

Harold ve Sihirli Tebeşir

Birleşik Amerikalı karikatürist, çocuk kitapları yazarı ve çizeri Crockett Johnson’ın Harold ve Sihirli Tebeşir adlı kitabı ilk kez 1955 yılında yayımlandı. Kitap yayımlandığı günden beri üzerinde çok söz söylendi. Bilgisayar oyunlarına esin kaynağı oldu, çizgi film uyarlamaları yapıldı.


Kitapta Harold kendi hikâyesini kendi anlatıyor. Her şey elindeki tebeşir ile ne yapmak istemesini düşünmesiyle başlıyor. Derken Harold ay ışığında yürüyüş yapmaya karar veriyor. Bunun için tebeşiri ile ay ve yol çizmesi yetiyor ona. Sonra yola koyuluyor. Bu yolculuğunda ne yapmak istiyorsa elindeki sihirli tebeşiri ile bunları çizmesi yetiyor. Bazen çizdikleri ona keyif veriyor bazen de kendi çizdiklerinden ürküyor; elma ağacındaki elmaları koruması için çizdiği ejderhadan korktuğu gibi... 

Harold’ın kendine yeten, hayal etmenin gücüne inanan ve hikayesini anlatmak için bir aracıya/anlatıcıya ihtiyaç duymayan bir çocuk. 

Harold kendi hayatında ne yapmak istediğini biliyor. Elindeki tebeşir sihirli olsa da çizdiği ay onun gerçeklerin farkında olduğunu gösteriyor. Çözüm üretip sözünü kendi söylediği gibi dünyasını da kendi oluşturuyor. Bunu çocukça karalamalarla değil, sade
ve net çizimlerle yapıyor.

Harold ve Sihirli Tebeşir, Kâzım Özdoğan çevirisi ile Gergedan Yayınları'nca geçen yıl yayımlandı. 

En sevilen resimli çocuk kitaplarından biri olan Vahşi Şeyler Ülkesi’nde kitabının yazar ve çizeri Maurice Sendak, “Harold bir başyapıt” dediği için sanırım geriye söylenecek fazla bir söz de kalmıyor. 

Ebru Akkaş

3 Kasım 2015 Salı

Duvarlar Resim Olsa

Fulya, yeni taşındıkları eve henüz alışamamıştır. Eski evini, oradaki yaşamını ve insanları çok özlemektedir. Gecekonduların yerine kurulan bu yeni mahalledeki sitedeki yaşam ise Fulya’ya çok sessiz ve sıkıcı gelmektedir. Öyle ki kendini bu sessizliğin ortasında bulan Fulya, kimi zaman çığlık atar, ulur ve sirene benzer sesler çıkarır.

Bir gün annesi evdeki ekmeğin bitmek üzere olduğunu söylediğinde Fulya bunu etrafı keşfetmek için bir fırsat olarak görür. Bakkala ekmek almak için kendisi gidecektir; bu arada komşularına da bir ihtiyaçları olup olmadığını soracaktır. Annesi tam ikna olmamıştır, sonuçta yeni taşındıkları bu yerde henüz kimseyi tanımamaktadırlar. Ancak Fulya çoktan kapıyı aralamış, bozuk paraları almış evden çıkmak üzeredir ki tam o esnada karşı evin kapısı aralanır. Başında beresi ve okyanus mavisi gözleriyle kendi boylarında bir kızla karşı karşıya kalır Fulya. Neşelenen küçük kız, karşılarında bir arkadaş olmasının keyfiyle bakkala gider. Burada da başka çocuklarla karşılaşır, ama onun aklında, içinde sıçrayan minik balinaların bulunduğu okyanus mavisi gözleriyle karşı dairedeki kızdır.

Fulya’nın odasının penceresi komşularının mutfak balkonuna bakmaktadır. İki kız buradan birbirleriyle haberleşmeye, konuşmaya, bir şeyler paylaşmaya, hatta sonraları mektuplaşmaya başlar. Ancak her defasında bir parmak, bereli kızı pencereden çeker.

Bir sabah, Fulya, bereli kızı pencerede göremez. Annesinden komşularına gitmelerini ister, ama bugünlerde gidemeyecekleri yanıtını alır. Ertesi sabah ise bereli kızı yüzünde bir maskeyle görür. Bir terslik olduğunu hisseder, Fulya. Bereli kız kısa bir süre sonra yine bir parmak tarafından içeriye çekilir.

Nihayet bir gün iki kız bir araya gelir. Yüzündeki maskeden kurtulsa da beresi hâlâ başındadır, okuyanus gözlü kızın, yani Gülce’nin. El sıkışmaları, öpüşmeleri de yasaktır. Birbirlerine iki karıştan çok yaklaşamayacaklardır. İkisi için de tüm bunların hiç önemi yoktur. “Aylardır tanışıyormuş kadar yakınlar zaten.”

Günler böylece geçer, Fulya okula başlar. Gülce de gelmiştir okula. İki kız çok mutludur. Ancak lösemi olan Gülce, bir süre sonra, nakil için hastaneye yatmak durumunda kalır. Okulda olmasa bile Gülce, kendinde bir şeyler bırakmıştır: Bir kadın resmi ve resmin altında bir yazı. Şöyle yazmaktadır: “Duvarlar resim olsa...”. Öğrenciler, öğretmenlerinin de teşvikiyle bu resmi şarkılı resimlerle doldurmaya koyulurlar. Hastanedeki arkadaşlarına da mektuplar, okul anıları ve türlü türlü başka şeyler yollarlar. Bu arada okulun duvarları şarkılar, uçuşan hayaller ve renklerle harika görüntüler sunmaktadır artık...

Çocukların çok severek okuduğu kitapların yazarı Sevim Ak’ın yazdığı Duvarlar Resim Olsa, Doğan Egmont’tan çıktı. Kitaptaki resimler ise Anıl Tortop’a ait.

Sevim Ak, yine, en zor konulardan birini gerçekliğini bozmadan, olabildiğince naiflikle ele almış ve böylelikle ortaya sevecen bir dostluk öyküsü çıkmış. Uzun tedavi süreçleri gerektiren hastalıklar ya da engellilik gibi insanların nasıl davranacaklarını bilemedikleri durumlar için adeta bir yol gösterici bu kitap. Bir arkadaş arayışı sonucunda bulduğu dostunun hastalığı ne Fulya ne de Gülce için asla bir engel olmamıştır örneğin. İki küçük kızın yapacaklarını yapmışlar, sevinçleriyle ve kederleriyle, kimi zaman çekişmeler ve küskünlüklerle dostluklarını büyütmüşler, birbirlerinin yaşamlarını güzelleştirmişlerdir. Değerli yazar Sevim Ak da bu dostluk öyküsünü, tıpkı çocukların duvara çizdiği resimler gibi şarkılı, şiirli bir dille aktarmış.

Kitap, yayınevi tarafından 10 ve üstü yaş grubu için öneriliyor.

Tülin Sadıkoğlu