31 Aralık 2015 Perşembe

Barış dolu, sevgi dolu, kitap dolu bir yeni yıl olması dileğimizle...

28 Aralık 2015 Pazartesi

Kayıp Köpek Üzüm: Küçük Bir Dostluk Hikâyesi

Batu, deniz kıyısındaki sakin bir kasabadan şehre taşınmıştır. Eski evini, denizi, yeşil alanları ama en çok da arkadaşlarını özler. Taşındıklarının ertesi günü kendini dışarı atar. Etraflarına bile bakmadan yürüyen insanlar arasında Batu’nun dikkatini kıpkırmızı bir şey çeker. Bu, tıpkı kendisi gibi canı sıkılan küçük, sevimli bir köpeğin kırmızı tasmasıdır. Tasmadaki madalyona göre köpeğin adı Üzüm’dür ve görünüşe bakılırsa da etrafta onu arayan kimse yoktur. Onu orada öylece bırakamayan Batu, Üzüm’le arkadaş olmaya karar verir. 

Birlikte bütün gün oynarlar. Taşındıklarından bu yana Batu ilk kez kendini bu kadar mutlu hissetmektedir. Üzüm de mutlu görünmektedir, ama akşam olunca yüzünü asıp pencereden dışarı bakmaya başlar. Batu, onun da tıpkı kendisi gibi eski evini özlediğini anlar. Ertesi sabah Üzüm’ün neşeli havlamalarıyla uyanan Batu, bu sevimli köpekle birlikte ne oyunlar oynamaz ki: karın gıdıklamaca, saklambaç, en sevdikleri oyun olan sevgi yumağı, bisküvi gömme...



Ama akşam olduğunda Üzüm, yine, üzgün üzgün pencereden dışarıya bakmaya başlar. Böylece Batu ertesi gün işe koyulur ve Üzüm’ün sahibini bulmak üzere her yere ilan asar. Bununla da yetinmez esnafa ve komşulara da sorar. Bütün bu çabalarına karşın Üzüm’ü tanıyan kimse çıkmaz. Doğrusu Batu bundan dolayı biraz da mutludur; çünkü Üzüm’ü çok sevmektedir ve sonsuza kadar kendisiyle kalmasını istemektedir.




Birlikte dolaşmaya çıktıkları bir sabah Üzüm birdenbire koşmaya başlar. Batu da onu takip eder. Bir parka girerler; salıncakta, canı sıkkın gibi görünen bir kız oturmaktadır. Batu içinden, “Yoksaa...” der, yoksa... Siz ne dersiniz? Üzüm, sonunda, geceler boyunca özlediği sahibine kavuşmuş mudur? Batu, Üzüm’den ayrılmak zorunda mı kalacak? Okuyunca göreceksiniz ki Üzüm’le Batu’nun dostluğu bitmeyeceği gibi daha da çoğalacak.

Claire Freedman’ın yazdığı bu sıcacık dostluk öyküsüne Kate Hindley’in neşeli, renkli, hareketli ve eğlenceli çizimleri eşlik ediyor. Öyküyle çizimlerin uyum içerisinde olduğu, birbirini destekleyerek zenginleştirdiği Kayıp Köpek Üzüm’ü çocuklar kadar büyükler de büyük bir keyifle okuyacaklar. Melike Hendek’in Türkçeleştirdiği, Pearson Yayıncılık’ın yayımladığı kitabı 5 yaş ve üstü çocuklar için önerebiliriz.

Tülin Sadıkoğlu 

21 Aralık 2015 Pazartesi

Montague Amca'nın Dehşet Hikâyeleri

"Montague Amca’nın evine giden yol ormandan geçiyordu. Patika, çalıların içine gizlenmiş bir yılan gibi ağaçların arasından kıvrılıp gidiyordu. Yol öyle çok uzun değildi, zaten orman da çok büyük sayılmazdı ama bu yolculuklar bana hayal bile edemeyeceğim kadar uzun gelirdi." 

Edgar, yaz tatillerinde anne ve babası ile güzel zaman geçirmeyi başaramadığı için ona korkutucu hikâyeler anlatan amcası Montague ile zaman geçirmeyi tercih eden bir çocuk.

Montague, Edgar'ın büyük büyük amcası. Hatta o kadar büyük ki Edgar, kaç kez "büyük" demesi gerektiğini bilmediği için Montague Amca diyerek işin içinden sıyrılmayı daha uygun görüyor.

Edgar, hikâyeye aç bir çocuk. Dinlemekten, dinlerken yorum yapmaktan çok hoşlanıyor. Montague Amca ise içinde birbirinden ilginç eşyası olan koca evinde yalnız yaşıyor. Anlatacaklarını can kulağı ile dinleyecek birinin onu ziyaret etmesinden memnun. 

Sade çayları ve çayın yanındaki bisküviler de bu sohbetlerin vazgeçilmezlerinden. Montague Amca'nın anlatacağı hikâye sohbetin gidişatına göre değişse de hikâyenin dudak uçuklatan cinsten olması ve doğaüstü öğeleri barındırması ise asla değişmez. Laf lafı açtığı için Montague Amca'nın anlattığı bir sonraki hikâye öncekinden daha tüyler ürperticidir.

Çocukların korku öğeleri içeren hikâyeler okuması bazılarının kulağına pek hoş gelmeyebilir.  Ama unutmamak gerekir ki güzel bir hikâye her zaman güzel bir hikâyedir. Hem kim bu korkutucu hikâyelerin çocukların gerçek hayatta yüzleşecekleri ya da yüzleştikleri sorunlarla baş etmesine yardımcı olmadığını söyleyebilir ki?

Chris Priestley'in yazdığı Montague Amca'nın Dehşet Hikâyeleri'ni David Roberts resimlemiş. Zeynep Alpaslan'ın çevirdiği gizem dolu bu gotik roman Tudem Yayınları tarafından yayımlandı.

Ebru Akkaş

14 Aralık 2015 Pazartesi

İyi Uykular, Dedektif

Tuhaf, gizemli bir yankesici grubu daha kimse ne olduğunu anlamadan insanları soymaktadır. Hırsızlığın gerçekleştiği yerlerde, önce, uzun süre devam eden, sağır edici ve güçlü notalarıyla herkesi serseme çeviren bir pop müziği yayılır. Sonra saatler, cüzdanlar, çantalar kimse fark etmeden yok olur. İnsanlar kendilerine geldiklerinde pop müzikle birlikte içeri giren gençlerin de ortadan kaybolduğunu görürler. Tüm bu olağandışılıklar gençlerin Müzik Grubu olarak adlandırılmalarına neden olur.

Narkolepsili, yani istemdışı uyuyakalma hastalığı olan ve ne zaman şiddetli bir heyecana kapılsa uyuyakalan dedektif Pippo Merlo ise Müzik Grubu olarak tanınan olayı araştırmak ister. Eğer suçluları ortaya çıkarmayı başarabilirse bu, dedektiflik bürosu için iyi bir reklam olacaktır. Ancak ünlü, nikel-kurşun-demir, çelik kralı Aureliano Senzaterranéfissadimora, dedektif Pippo Merlo’dan on üç yıl önce kaybolan kızını bulmasını ister. Kızı Ester, sirkte bıçak fırlatıcısı olarak çalışan Jack adında biriyle birlikte olmak üzere kaçmıştır. Pippo Merlo, olayı araştırdıkça Jack’in artık ünlü bir şarkıcı olduğunu, bu arada yıllar önce bebek bekleyen Ester’i terk ettiğini öğrenecektir. Ortada bir de on iki yaşında bir torun vardır. Durum, dedektifin düşündüğünden de karmaşık bir hal alacaktır.

Müzik Grubu’nun gizemine gelince... Grubun lideri olan on iki yaşındaki yeşil gözlü Luna, dans ettiğinde gizemli bir müzik havada yayılmaktadır. Müzik sanki Luna’nın hareket eden ayaklarından gelmektedir. Bu gizemli özelliğinin yanı sıra Luna’nın elleri de sihirli gibidir. Çocuklardan oluşan Müzik Grubu’nun bu hırsızlıkları bir çete için yaptığı anlaşılır. Jo Pantegana’nın başı çektiği çetenin elinde arkadaşlarının üç yaşındaki kardeşi bulunmaktadır. Böylece çocuklara istediğini yaptırmaktadır.

Batıl inançlı biri olan dedektif Ugo Trippa, görür görmez âşık olacağı el falcısı Madalona’dan da yardım alır. Ancak Madalona’nın hikâyedeki rolü bu kadar değildir... Karşımıza çıkan her bir karakterin yolu sonunda kesişecektir.

Gizem edebiyatı başlığı altında toplayabileceğimiz polisiye, dedektiflik romanlarının, günümüz çocuk edebiyatında çok da öne çıkan türler olmadığını söylersek yanılmış olmayız. Son zamanlarda çocuk ve daha çok gençlik edebiyatında distopyalara ya da vampir öykülerine rastlanmakta. Ancak çocuğun merak ve oyun duygusuna hitap eden, analitik zekâsını geliştiren polisiye, dedektiflik romanları; okuruna, tıpkı bir bulmacayı çözer gibi ipuçlarının peşine düşerek ne olduğunu “yazardan önce” çözmeye çalışma imkânı vermesi ve sürekli bir sürpriz unsuru barındırması nedeniyle oldukça avantajlı bir tür. Elbette, böylesine karmaşık ve bilinmez bir denklem oluşturabilmek için öykünün iyi kurgulanmış olması gerekiyor. İşte, bu iyi kurgulanmış heyecanlı ve aynı zamanda eğlenceli dedektiflik romanlarından birisi de İyi Uykular, Dedektif...  

Silvia Roncaglia’nın yazdığı Marianna Fulvi’nin resimlediği ve Demet Elkâtip’in Türkçeleştirdiği İyi Uykular Dedektif, Günışığı Kitaplığı tarafından yayımlandı. Kitap, 10 yaş ve üstü okurlar için öneriliyor.

Tülin Sadıkoğlu

7 Aralık 2015 Pazartesi

Bu Bir Kitap

Televizyon, bilgisayar, bilgisayar oyunları, cep telefonları, tabletler derken çocuklar kendilerini teknolojinin içinde buldu. Kimi nesiller bunu kademeli olarak yaşadı, kimi nesiller ise bu teknolojinin içine doğdu. Onlar televizyonsuz ya da cep telefonsuz bir hayatı düşünemiyor bile. 

Bu teknoloji hayatı kolaylaştırmakla birlikte farkında olmadan da zorlaştırdı aslında. Vaktinin çoğunu televizyon izleyerek geçiren çocuklar dikkat sorunları yaşamaya başladı. Gerçeklikle ilgili sorunlar oluşmaya başladı. Bununla beraber onlara yukarıdan aşağıya aktarılan bilgi, bilgelik ve eğitimde de sıkıntılar doğmaya başladı. Saniyeler içinde değişen görüntülere alışmışken sınıfta bir kişinin 40 dakika boyunca -pek de görsel malzeme kullanmadan- bir şeyler anlatmasına hem de aynı şeyden bahsetmesine anlam veremediler.  Ayakkabısının bağcıklarını bağlamayı beceremeyen bu nesil büyükanne ve büyükbabalarına telefonların nasıl kullanılacağı, tabletlerde nasıl gezileceğini anlatır oldu. Bununla beraber basit şeylerle baş etmeyi bilemediler.

Lane Smith, bu basit gerçeklikten yola çıkarak yazıp resimlediği Bu Bir Kitap tam da bu konuya değiniyor. Eşek, Fare, Maymun'un yer aldığı bu resimli kitapta olaylar şöyle gelişiyor:

Kanepesine oturmuş kitabını okuyan Maymun, Eşek'in soruları ile okumasını bölüyor. Yanından ayırmadığı dizüstü bilgisayarında sürekli tıklayarak işlem yapan, iletişimini semboller üzerinden sağlayan  Eşek bir nesne olarak kitabın ne işe yaradığını anlamaya çalışıyor. Maymun ise bilgisayarın fonksiyonlarını yerine  getirip getirmediğini anlamak için art arda sorular sıralayan Eşek'e sabırla yanıt veriyor. Eşek'se Maymun'un okuduğu kitabı eline alınca yanıtlarından fazlasını elde ediyor.  

Bu Bir Kitap, New York Times Yılın En İyi Resimli Kitabı seçildi ve birçok ödül aldı. 2014’te İllüstratörler Birliği tarafından Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ne layık görülen Lane Smith çocuklar için yazmaya, başkalarının çocuklar için yazdığı kitapları resimlemeye devam ediyor. 

Tuğçe Akyüz'ün Türkçeleştirdiği Bu Bir Kitap, Uçanbalık tarafından yayımlandı. 
Ebru Akkaş

3 Aralık 2015 Perşembe

Çocuk Dünyasına Yolculuklar: Şiir

Robinson Crusoe 389 ile birlikte gerçekleştirdiğimiz “Çocuk Dünyasına Yolculuklar” başlıklı etkinlikler dizisinde ilk durağımız şiir oldu.

“Memleketin karanlık günlerden geçtiği bir dönemde çocuğa ve şiire karşı umudunu kaybetmemiş insanlarla beraber olmak son derece sevindirici,” diye sözlerine başlayan değerli şair Şeref Bilsel'in şöyleşi notlarını paylaşıyoruz: 

"Şiir sanatı üzerine en eski çalışma Aristoteles’e ait: ‘Poetika’. Orada: “Şiir, eşya ve hadiseleri taklitten ibarettir,” der. Şiirin bir ‘ayna’ görevi olduğunu da üstü kapalı da olsa söylemiş olur. O günden bugüne şiir üzerine söylenmedik söz kalmadı. Şiirle uğraşanlar, ortak bir tanımda bulaşamadığı için, “Şiir, tanımlanamaz olandır” ifadesi bugün de tedavülde olmayı sürdürüyor. İlginç bir tanım da Melih Cevdet’ten gelir: “Çıkar yol, şiiri tanımlamaktan vazgeçmektir. Tanım akıl işidir, şiir ise, akıl dışıdır.” Şair bunu söylerken yine bir tanım getirmektedir.  Şiirin akıl dışı olduğu konusunda görüş ifade eden  çok sayıda şair sıralayabiliriz fakat ‘şiir’ sözcüğünün ‘şuur’ (bilinç)’dan geldiğini de unutmamamız gerekir.

Aristoteles ‘taklitten’ bahseder şiire dair. Bizde de edebiyatın kurucu metni olan şiirin arkasında duranlara dair ilk dönemlerde birbirinden çok farklı adlandırmalar var: Kam, Baksı, Ozan, Şaman…Bunlar arasında bir başka isim var ki bizi Aristoteles’e kadar götürür: “Oyun.” Evet, İslamiyet öncesi dönemde şaire verilen adlardan birinin ‘oyun’ olması sadece tesadüfle açıklanamaz diye düşünüyorum. Şairle çocuğun ilk karşılaşmasını burada arayabiliriz. Oyun kuran, her zaman dikkate değer olmuştur. Şairin zihinsel serüveni, sezgi gücü ile çocuğun duyuş biçimleri arasında birçok paralellik kurulabilir elbet. Oktay Rifat, “çetrefil soruları / çocuklarla ozanlar çözer” derken kim bilir ne düşünüyordu.

Bizdeki masal tekerlemeleri, ninniler, bulmacalar üzerinden çocuk şiirine kök aramak istersek yanılabiliriz. Bu sözlü ürünlerin ortaya çıktığı zamanın sosyolojisi düşünüldüğünde, bu ürünlerin çocuklardan ziyade büyüklerin kendi oyunlarına daha uygun olduğu görülebilir. Çünkü özellikle tekerlemelerdeki olağanüstülük ‘çocuğa görelik’ dikkate alınınca kendine bir karşılık bulamaz.

Çocuk, kök gibidir. Köklerden yapraklara su taşıyan damar gibi, içeriden ve devamlı bir yolculuk. “Çocukla filozof birbirine benzer, ikisi de önyargısız izleyicidir” derler. Önyargısız olmak, kendin bulmak, kendin kurmak ve kendin dile getirmek… Çocuk sorar, sorgular, hayret eder ve şaşırır; tıpkı şair gibi. Şiir bir ölçüde insanın şaşkınlığını koruyup sürdürmesidir. İslamiyet öncesinden 19. yüzyılın ikinci yarısına dek edebiyatımızın bazı anlatı türünde metinlerinde çocuğa tesadüf edilir fakat gerek halk şiiri gerekse divan şiirinde çocuk neredeyse hiç yoktur. Birkaç şiirde ‘tıfıl, veled’ biçimleriyle karşımıza çıkar. Bunların çoğu da sevgiliye seslenirken birer dolgu malzemesi, benzetme aracıdır.

Çocuğun ‘özne’ olarak ortaya çıkışı için Tevfik Fikret’i, hatta Dağlarca’yı beklemek gerekecektir. Yüzyıllar boyunca şiirimizin başat temaları (aşk, ölüm, hasret vs) etrafında söz söyleyen şairler kırları, bayırları, ağaçları, hayvanları şiirlere taşıyıp durmuş ve fakat çocuğu ıskalamıştır. Bunun elbette sosyolojik, kültürel nedenleri, çocuğun toplum içinde birey olarak kabul edilmemiş olmasından kaynaklı sebepleri vardır. Şinasi, Ahmet Mithat Efendi, Recaizâde Mahmut Ekrem çocuk bahsinde, Tanzimat döneminde akla ilk gelen isimler. Çocuk bize tıpkı pek çok öğretici metnin ve roman, hikâyenin çeviri üzerinden gelişi gibi dışarıdan gelmiştir.

Tevfik Fikret ilk kez hece ölçüsüyle ‘yuva’ya giden çocuklar için 1914’de ‘Şermin’i yayımlamıştır. Bu kitaptaki şiirler çocuğun duyarlılığını, algısını dikkate alarak tasarlanmış şiirler olmasına rağmen genel olarak ‘öğretici’ metinlerdir. Çocuğa dair öğretmek faslı uzun zaman gündemde kalmıştır, bugün de devam etmektedir. Mesaj verme kaygısı derinde ya da yüzeyde çocuklara yazılan şiirin sıkıntılarından biri olmuştur, oysa mesaj kaygısından kendini tecrit etmeye yönelmiş bir şiirsel metin her okuyana farklı bir şey fısıldayacak, daha çok anlam katmanını sahiplenecektir. Çocuğun hayâlhânesinin endamını bilmiyoruz. Onun karşısına çıkan bir şiirsel imgenin onda neleri kabarttığını, açığa çıkarttığını, çağırdığını da bilmiyoruz. Şiir karşısında çocuğun bir muamma olduğunu unutmamalıyız.

Yazılan ilk şiirler ‘dikey’ şiirlerdir: Yukarıdan aşağıya doğru. Çocuğun ruh dünyasından beslenen, çocuğun tanımlanamazlığını dikkate alan şiirlerin azlığı öne çıkar. Bunun için Dağlarca’yı beklemek gerekecektir. Dağlarca çocuk dünyasını ilk kez içeriden, bütünlüklü kavramaya yönelmiş şairlerden ilkidir diyebiliriz. Çocuk şiirinde iki şeyin altını çizer Dağlarca: İmge ve içtenlik…

Dağlarca’nın 1940’ta yayımladığı ‘Çocuk ve Allah’ kitabı  bilerek yahut bilmeyerek mistik bir dünyayı (rüya, dua vs), Çocuk ile Allah’ı  edebiyat üzerinden ilk kez bu derece bir sağlam metin üzerinden yan yana getirmiş ve daha sonra yazılanlara öncülük etmiştir. 

Cumhuriyet sonrası şiirde ‘çocuk’ motifinin ortaya çıkışı birkaç başlıkta toplanabilir. 

1) Çocuğu tanımlayan şiirler. 
2) Çocuğa yüklenen görevleri, çocuktan beklentileri ifade eden şiirler. 
3) Şairin kendi çocukluğunu, geçmişin nostaljisini çocuk üzerinden dile getirdiği şiirler. 
4) Çocuğa kendi meşrebini, ideolojisini, dinsel yükünü vaaz eden şiirler…

Şüphesiz bu yönelişlerin hiçbiri bizi gerçek anlamda bir çocuk şiirine götürmez.

Mustafa Ruhi Şirin bizdeki çocuk edebiyatını dört başlık altında tasnif eder: 

1) İlkinde küçük adam vardır. Destanlardan, mesnevilerden, halk hikâyelerinde geçen adam ufağı dönemi…
2) Şinasi ile başlayan Batı edebi dönemi. 
3) Çocuk edebiyatında ideolojik yaklaşımların olduğu 1970 - 1980 arası dönem. 
4) 1980 sonrası yenilik dönemi…

Bu tespitlerin büyük oranda geçerli olduğunu söylemeliyim.

Çocukların bir nesne olarak kullanıldığı şiirlerde bedbinlik, yoksulluk, yalnızlık, çaresizlik temaları da öne çıkar. Necatigil’in, Tarancı’nın, Ziya Osman Saba’nın şiirlerine bakılabilir. İlk kez bir şiirde ‘çocuk şiirini’ tanımlayan sanıyorum İsmail Uyaroğlu’dur:

“Göğsü bir güvercin/Yuvası kadar suçsuz/ Ve sıcaktır çocuk şiirinin/ Bütün çocukları şefkatle/ Basar bağrına/ Ve çikolata dağıtmaz belki ama/ Duyar sesini yüreklerinin/ Çikolata isteyen ne kadar çocuk varsa”

Okurken kanıksadığımız fakat yakından bakınca içerisinde bir bencilliğin yuvalandığını gördüğümüz şiirler de vardır. Bunlardan biri Dağlarca’ya ait: “Hepiniz el ele bir halka yapsanız/ Rüyadan ve şarkıdan bir halka/ Ve almasanız kimseyi/ ortanıza benden başka.”

Çocuk babadan ziyade anne ile yan yana çıkar karşımıza. İşin ilginç tarafı bu şiirlerin çoğu da erkeklere aittir. Bazı şiirlerin başlıkları bu konuda bize bir fikir verebilir:

“Annesi çalışan çocuğun ağıdı” (Gülten Akın)
“Annesi Almanya’da çalışan çocuğun şiiri” (İsmail Uyaroğlu)
“Annesi yok çocuklar için şiir” (Cumali Ünaldı Hasannebioğlu)
“Annesine benzeyen çocukların şiiri” (Gökhan Akçiçek)

Çocuk şiirinde özellikle son dönemlerde yetişkinler için yazılan şiirlerde olduğu gibi bir yoğunlaşma dikkat çekiyor. Çocuğun iç dünyasını hakkıyla kavramış, ortaya nitelikli çocuk şiirleri koymuş çok sayıda isim sayılabilir: Kemal Özer, Sennur Sezer, Refik Durbaş, Cahit Zarifoğlu, Güngör Tekçe, Mustafa Ruhi Şirin, Gökhan Akçiçek, Salih Mercanoğlu, Çiğdem Sezer, Betül Tarıman, Mustafa Köz akla ilk gelen isimlerden.

Çocuklar için yazılan şiir değil de sanki çocuklarla birlikte yazılan şiiri anlıyorum. Şiir çocukta devam etmeli, çocuk bir oyuna katılır gibi bir şiire, ritme katılmalı ve onu taşıyabilmelidir. ‘Çocuğa görelik’ üzerinden tasarlanan şiirlerin çoğunda sahicilik, içtenlik bulamıyoruz. Çocukta bir oyun dünyası yaratmak önemli. Çocuk dokunmak ister, sözcüklere dokunamayacağına göre, sözcüğün işaret ettiği şeylere dokunabilmeli.  Şiir üzerine büyük sözler edip ortaya koyduğu şiirlerle bunu sözlere uygun davranamayan, genelde çocuk edebiyatını özelde çocuk şiirini tecime uygun bir alan gibi dolduran nice ürünün varlığını da görmek lazım.

Çocuk şiirinden ne anladığımız sadece çocuktan ne anladığımızla anlaşılır kılınamaz. Asıl şiirden ve dilden ne anladığımız önemlidir, diye düşünüyorum. Çocuğun dil içindeki yeri kadar, dilin çocuk içindeki bağlamı da önemlidir."