3 Aralık 2015 Perşembe

Çocuk Dünyasına Yolculuklar: Şiir

Robinson Crusoe 389 ile birlikte gerçekleştirdiğimiz “Çocuk Dünyasına Yolculuklar” başlıklı etkinlikler dizisinde ilk durağımız şiir oldu.

“Memleketin karanlık günlerden geçtiği bir dönemde çocuğa ve şiire karşı umudunu kaybetmemiş insanlarla beraber olmak son derece sevindirici,” diye sözlerine başlayan değerli şair Şeref Bilsel'in şöyleşi notlarını paylaşıyoruz: 

"Şiir sanatı üzerine en eski çalışma Aristoteles’e ait: ‘Poetika’. Orada: “Şiir, eşya ve hadiseleri taklitten ibarettir,” der. Şiirin bir ‘ayna’ görevi olduğunu da üstü kapalı da olsa söylemiş olur. O günden bugüne şiir üzerine söylenmedik söz kalmadı. Şiirle uğraşanlar, ortak bir tanımda bulaşamadığı için, “Şiir, tanımlanamaz olandır” ifadesi bugün de tedavülde olmayı sürdürüyor. İlginç bir tanım da Melih Cevdet’ten gelir: “Çıkar yol, şiiri tanımlamaktan vazgeçmektir. Tanım akıl işidir, şiir ise, akıl dışıdır.” Şair bunu söylerken yine bir tanım getirmektedir.  Şiirin akıl dışı olduğu konusunda görüş ifade eden  çok sayıda şair sıralayabiliriz fakat ‘şiir’ sözcüğünün ‘şuur’ (bilinç)’dan geldiğini de unutmamamız gerekir.

Aristoteles ‘taklitten’ bahseder şiire dair. Bizde de edebiyatın kurucu metni olan şiirin arkasında duranlara dair ilk dönemlerde birbirinden çok farklı adlandırmalar var: Kam, Baksı, Ozan, Şaman…Bunlar arasında bir başka isim var ki bizi Aristoteles’e kadar götürür: “Oyun.” Evet, İslamiyet öncesi dönemde şaire verilen adlardan birinin ‘oyun’ olması sadece tesadüfle açıklanamaz diye düşünüyorum. Şairle çocuğun ilk karşılaşmasını burada arayabiliriz. Oyun kuran, her zaman dikkate değer olmuştur. Şairin zihinsel serüveni, sezgi gücü ile çocuğun duyuş biçimleri arasında birçok paralellik kurulabilir elbet. Oktay Rifat, “çetrefil soruları / çocuklarla ozanlar çözer” derken kim bilir ne düşünüyordu.

Bizdeki masal tekerlemeleri, ninniler, bulmacalar üzerinden çocuk şiirine kök aramak istersek yanılabiliriz. Bu sözlü ürünlerin ortaya çıktığı zamanın sosyolojisi düşünüldüğünde, bu ürünlerin çocuklardan ziyade büyüklerin kendi oyunlarına daha uygun olduğu görülebilir. Çünkü özellikle tekerlemelerdeki olağanüstülük ‘çocuğa görelik’ dikkate alınınca kendine bir karşılık bulamaz.

Çocuk, kök gibidir. Köklerden yapraklara su taşıyan damar gibi, içeriden ve devamlı bir yolculuk. “Çocukla filozof birbirine benzer, ikisi de önyargısız izleyicidir” derler. Önyargısız olmak, kendin bulmak, kendin kurmak ve kendin dile getirmek… Çocuk sorar, sorgular, hayret eder ve şaşırır; tıpkı şair gibi. Şiir bir ölçüde insanın şaşkınlığını koruyup sürdürmesidir. İslamiyet öncesinden 19. yüzyılın ikinci yarısına dek edebiyatımızın bazı anlatı türünde metinlerinde çocuğa tesadüf edilir fakat gerek halk şiiri gerekse divan şiirinde çocuk neredeyse hiç yoktur. Birkaç şiirde ‘tıfıl, veled’ biçimleriyle karşımıza çıkar. Bunların çoğu da sevgiliye seslenirken birer dolgu malzemesi, benzetme aracıdır.

Çocuğun ‘özne’ olarak ortaya çıkışı için Tevfik Fikret’i, hatta Dağlarca’yı beklemek gerekecektir. Yüzyıllar boyunca şiirimizin başat temaları (aşk, ölüm, hasret vs) etrafında söz söyleyen şairler kırları, bayırları, ağaçları, hayvanları şiirlere taşıyıp durmuş ve fakat çocuğu ıskalamıştır. Bunun elbette sosyolojik, kültürel nedenleri, çocuğun toplum içinde birey olarak kabul edilmemiş olmasından kaynaklı sebepleri vardır. Şinasi, Ahmet Mithat Efendi, Recaizâde Mahmut Ekrem çocuk bahsinde, Tanzimat döneminde akla ilk gelen isimler. Çocuk bize tıpkı pek çok öğretici metnin ve roman, hikâyenin çeviri üzerinden gelişi gibi dışarıdan gelmiştir.

Tevfik Fikret ilk kez hece ölçüsüyle ‘yuva’ya giden çocuklar için 1914’de ‘Şermin’i yayımlamıştır. Bu kitaptaki şiirler çocuğun duyarlılığını, algısını dikkate alarak tasarlanmış şiirler olmasına rağmen genel olarak ‘öğretici’ metinlerdir. Çocuğa dair öğretmek faslı uzun zaman gündemde kalmıştır, bugün de devam etmektedir. Mesaj verme kaygısı derinde ya da yüzeyde çocuklara yazılan şiirin sıkıntılarından biri olmuştur, oysa mesaj kaygısından kendini tecrit etmeye yönelmiş bir şiirsel metin her okuyana farklı bir şey fısıldayacak, daha çok anlam katmanını sahiplenecektir. Çocuğun hayâlhânesinin endamını bilmiyoruz. Onun karşısına çıkan bir şiirsel imgenin onda neleri kabarttığını, açığa çıkarttığını, çağırdığını da bilmiyoruz. Şiir karşısında çocuğun bir muamma olduğunu unutmamalıyız.

Yazılan ilk şiirler ‘dikey’ şiirlerdir: Yukarıdan aşağıya doğru. Çocuğun ruh dünyasından beslenen, çocuğun tanımlanamazlığını dikkate alan şiirlerin azlığı öne çıkar. Bunun için Dağlarca’yı beklemek gerekecektir. Dağlarca çocuk dünyasını ilk kez içeriden, bütünlüklü kavramaya yönelmiş şairlerden ilkidir diyebiliriz. Çocuk şiirinde iki şeyin altını çizer Dağlarca: İmge ve içtenlik…

Dağlarca’nın 1940’ta yayımladığı ‘Çocuk ve Allah’ kitabı  bilerek yahut bilmeyerek mistik bir dünyayı (rüya, dua vs), Çocuk ile Allah’ı  edebiyat üzerinden ilk kez bu derece bir sağlam metin üzerinden yan yana getirmiş ve daha sonra yazılanlara öncülük etmiştir. 

Cumhuriyet sonrası şiirde ‘çocuk’ motifinin ortaya çıkışı birkaç başlıkta toplanabilir. 

1) Çocuğu tanımlayan şiirler. 
2) Çocuğa yüklenen görevleri, çocuktan beklentileri ifade eden şiirler. 
3) Şairin kendi çocukluğunu, geçmişin nostaljisini çocuk üzerinden dile getirdiği şiirler. 
4) Çocuğa kendi meşrebini, ideolojisini, dinsel yükünü vaaz eden şiirler…

Şüphesiz bu yönelişlerin hiçbiri bizi gerçek anlamda bir çocuk şiirine götürmez.

Mustafa Ruhi Şirin bizdeki çocuk edebiyatını dört başlık altında tasnif eder: 

1) İlkinde küçük adam vardır. Destanlardan, mesnevilerden, halk hikâyelerinde geçen adam ufağı dönemi…
2) Şinasi ile başlayan Batı edebi dönemi. 
3) Çocuk edebiyatında ideolojik yaklaşımların olduğu 1970 - 1980 arası dönem. 
4) 1980 sonrası yenilik dönemi…

Bu tespitlerin büyük oranda geçerli olduğunu söylemeliyim.

Çocukların bir nesne olarak kullanıldığı şiirlerde bedbinlik, yoksulluk, yalnızlık, çaresizlik temaları da öne çıkar. Necatigil’in, Tarancı’nın, Ziya Osman Saba’nın şiirlerine bakılabilir. İlk kez bir şiirde ‘çocuk şiirini’ tanımlayan sanıyorum İsmail Uyaroğlu’dur:

“Göğsü bir güvercin/Yuvası kadar suçsuz/ Ve sıcaktır çocuk şiirinin/ Bütün çocukları şefkatle/ Basar bağrına/ Ve çikolata dağıtmaz belki ama/ Duyar sesini yüreklerinin/ Çikolata isteyen ne kadar çocuk varsa”

Okurken kanıksadığımız fakat yakından bakınca içerisinde bir bencilliğin yuvalandığını gördüğümüz şiirler de vardır. Bunlardan biri Dağlarca’ya ait: “Hepiniz el ele bir halka yapsanız/ Rüyadan ve şarkıdan bir halka/ Ve almasanız kimseyi/ ortanıza benden başka.”

Çocuk babadan ziyade anne ile yan yana çıkar karşımıza. İşin ilginç tarafı bu şiirlerin çoğu da erkeklere aittir. Bazı şiirlerin başlıkları bu konuda bize bir fikir verebilir:

“Annesi çalışan çocuğun ağıdı” (Gülten Akın)
“Annesi Almanya’da çalışan çocuğun şiiri” (İsmail Uyaroğlu)
“Annesi yok çocuklar için şiir” (Cumali Ünaldı Hasannebioğlu)
“Annesine benzeyen çocukların şiiri” (Gökhan Akçiçek)

Çocuk şiirinde özellikle son dönemlerde yetişkinler için yazılan şiirlerde olduğu gibi bir yoğunlaşma dikkat çekiyor. Çocuğun iç dünyasını hakkıyla kavramış, ortaya nitelikli çocuk şiirleri koymuş çok sayıda isim sayılabilir: Kemal Özer, Sennur Sezer, Refik Durbaş, Cahit Zarifoğlu, Güngör Tekçe, Mustafa Ruhi Şirin, Gökhan Akçiçek, Salih Mercanoğlu, Çiğdem Sezer, Betül Tarıman, Mustafa Köz akla ilk gelen isimlerden.

Çocuklar için yazılan şiir değil de sanki çocuklarla birlikte yazılan şiiri anlıyorum. Şiir çocukta devam etmeli, çocuk bir oyuna katılır gibi bir şiire, ritme katılmalı ve onu taşıyabilmelidir. ‘Çocuğa görelik’ üzerinden tasarlanan şiirlerin çoğunda sahicilik, içtenlik bulamıyoruz. Çocukta bir oyun dünyası yaratmak önemli. Çocuk dokunmak ister, sözcüklere dokunamayacağına göre, sözcüğün işaret ettiği şeylere dokunabilmeli.  Şiir üzerine büyük sözler edip ortaya koyduğu şiirlerle bunu sözlere uygun davranamayan, genelde çocuk edebiyatını özelde çocuk şiirini tecime uygun bir alan gibi dolduran nice ürünün varlığını da görmek lazım.

Çocuk şiirinden ne anladığımız sadece çocuktan ne anladığımızla anlaşılır kılınamaz. Asıl şiirden ve dilden ne anladığımız önemlidir, diye düşünüyorum. Çocuğun dil içindeki yeri kadar, dilin çocuk içindeki bağlamı da önemlidir." 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder