27 Haziran 2016 Pazartesi

Süper Futbolcular

Süper Futbolcular, adından da anlaşılacağı gibi futbol oynamayı seven bir grup çocuğun macerasını anlatıyor. Öykü, bir futbol kulübünde top koşturan Toni, Clemens ve arkadaşlarının ligdeki en güçlü takım ile kaderlerini belirleyecek maça çıkması ile başlar. Maçın skoru maalesef ne onları ne de antrenörlerini hoşnut eder. Onları motive etmesi gerekirken bağırıp çağırmayı tercih eden antrenörleri Schäfer yine yapacağını yapar ve savunma oyuncusu Clemens'e demediğini bırakmaz. Bu sözler bardağı taşıran son damla olur ve çocuklar antrenörlerine isyan bayrağını çekerler. Antrenörleri Clemens'i takımdan atınca bu haksızlığa dayamanayan Toni'de kalecilik görevini bırakır.

Takımdan atılan bu çocukların futboldan vazgeçmeye hiç niyetleri yoktur. Diğer kulüpleri kendilerine uygun görmeyince Toni'nin aklına bir futbol kulübü kurmak gelir. Artık bu aşamada büyükler devreye girer. Kulüp kurulmasına kurulmuştur ama ufak tefek de olsa çözülmesi gereken mevzular vardır. Öncelikle kulüp için futbolcu ve isim bulmaları gerekir. İsim işini 'Süper Futbolcular' adı ile hemen hallederler. Oyuncuları da kapı kapı dolaşarak toplarlar. Asıl problemse ekibin başında bir antrenör ve ona verecek paralarının olmamasıdır.

Rakiplerini küçümseyip ilk maçlarını kaybettikten sonra bir antrenör bulmaları artık farz olmuştur. Bunu halletmek içinse; "Futbol antrenörü aranıyor. Karşılığında ne yazık ki para veremeyeceğiz, ama takımımız mükemmel. Süper Futbolcular" yazılı bir ilanı Spor Yüksek Okulu'nun duyuru panosuna asarlar. İlânlarına cevap gelmesine gelir ama bu iyi midir kötü müdür bilemezler bir türlü. Birincisi ilâna cevap veren bir kadındır. İkincisi bu kadının bir koşulu vardır. Bu vakte kadar antrenörü kadın olan bir futbol kulübü hiç duymasalar da bunu pek önemsemezler ama antrenörün bitirme projesi için kızlarla dans etme fikri kabul edilemezdir. Nihayetinde yapılan oylama ile bu sıkıntı aşılır.

Ve antremanlar başlar. Yeni antrenörleri onlara ne yapmaları gerektiğini söylemekle kalmaz aynı zamanda idmana katılır. Bu çocuklar için inanılmaz bir değişikliktir zira o vakte kadar hiçbir antrenör onlarla idmana çıkmamıştır. Ardından gizli gizli dans dersleri de başlar... Çalışmalar hem sahada hem de pistte memnun edici şekilde devam edip gider. Çocuklarımız zorlu rakiplerinin yanı sıra eski kulüplerine karşı oynadıkları maçları alınlarının akı ile tamamlarlar.

Christian Tielmann'ın yazdığı, FOM Kitap tarafından yayımlanan Süper Futbolcular, insana çocukluğunda sokakta oynadığı oyunları hatırlatıyor. Yenmeyi yenilmeyi,  dayanışmayı, çürük elmaları bir de mızıkçıları tabii ki... 

Ebru Akkaş

20 Haziran 2016 Pazartesi

Berk Mucit Oldu

Berk’in, mucitlere bazı eleştirileri var. Pek çok buluş yapmıştır mucitler, ama hiç çalışmadan beş alınan ödevi ya da on kilo yesen de hasta etmeyen dondurmayı bulan yoktur. Peki ya televizyonu icat eden mucide ne demeli... Düğmesine basıp açmayı bulanlar kapatmayı da akıl etmiştir; ama babası filmi kapattırıp Berk’i erkenden uyumaya yolladığında rüyada devam eden filmi bulan olmamıştır.

Berk, ev içindeki sorunlara da çözümler üretir. Örneğin; sürekli pırtlayan erkek kardeşi için ses geçirmeyen külot; babasının özellikle misafirliğe giderken giymesi için ütülendikten bir saat sonra kot pantolona dönüşen kumaş pantolon; tatile giderken boş, dönerken dolu olan bavulların taşınmasını kolaylaştırmak için vakumlu bavul... Berk’in bu “icatlarını” duyan anne-babası çok heyecanlanır ve oğullarının bir mucit olduğunu düşünerek onu üstün zekâlılar okuluna götürmeye karar verirler.

Üstün zekâlılar okulunda bir zekâ testine girer, Berk. Sonuçlar bir hafta sonra açıklanacaktır. Bu süre içinde de okulun müdürü Berk’ten o güne kadar yapmadığı yepyeni bir icat yapmasını ister. Bu ödevden sonra Berk’in evdeki yaşamı birdenbire değişir. Onu gün içerisinde pek çok kez bakkala yollayan annesi alışverişini artık kendisi yapmaktadır. Babası ise onu teşvik etmek için tuvalete bile defterle kalem koymuştur. Öte yandan küçük kardeşi Cem ise Çin filmi izlemiyorsa sürekli sesler çıkartmakta ya da pırtlamaktadır. Annesi, Berk’in böyle gürültü patırtı içerisinde mucit olamayacağına hayıflanırken o anda oğlanın kafasında bir “icat şimşeği” çakar. Bir gramafon borusu, çeşit çeşit elektronik eşya ve babasının elektronik turist çevirmeni ile bir “Cem Çevirmeni” icat eder. Bu aleti Cem’in konuştuğu dile en yakın olan Çinceye ayarlamıştır. Üstelik alet işe yarar gibi görünmektedir; çünkü Cem’in agularını, bağırıp çağırmalarını Türkçeye çevirmektedir. Söyledikleri ilgisiz olsa da Berk’in annesi ve babası oğullarının bir dahi olduğuna inanırlar. Konu komşu, okuldaki arkadaşları ve öğretmenleri, Berk’in Uzakdoğu’da dayısı, hatta dayısıyla birlikte gelen Çinliler...Berk’in buluşuna ilgi gösterirler. İşte tam bu noktada işler çığırından çıkar. Ne mi olur? Kitabı okuyunca göreceksiniz.

Kaan Elbingil’in yazdığı, Merve Atılgan’ın resimlediği Berk Mucit Oldu başlıklı resimli çocuk öyküsü kısa bir süre önce Günışığı Kitaplığı tarafından yayımlandı. Kitap, 7 yaş ve üstü çocuklar için öneriliyor.

Yazar, çocuklar için yazdığı bu ilk kitabında, serbest bırakıldığında çocukların hayalgücünün gerçekten de sınırı olmadığını gösteriyor. Bunun yanı sıra, Kaan Elbingil’in kitabı, özellikle günümüzde öne çıkan bir konuyu mizahi bir dille ele alması açısından ayrıca dikkat çekiyor: Çocuklarına iyi bir gelecek sunmak isteyen ebeveynlerin, kimi zaman, çocuklarıyla ilgili kurdukları hayallerin, hatta beklentilerinin sınırı olmayabiliyor. Bu kötü değil elbette, ama ebeveynlerin kurdukları hayallerin çocukların istekleriyle, yetenekleriyle buluşması özellikle çocuklar açısından çok önemli bana kalırsa. Beklentilerle boğmadan, sorumluluklarla ezmeden çocukların kendileri olmalarına yardım etmek, istek ve yeteneklerini teşvik etmek ama bunu ayakları yere sağlam basarak yapmak bir ebeveynin çocuğuna verebileceği en değerli katkı olacaktır. Tam da bu nedenle Berk Mucit Oldu hem çocukların, hem de anne-babaların, keyif alarak ama bir yandan da kendilerini sorgulayarak okuyabilecekleri bir kitap.


Tülin Sadıkoğlu 

12 Haziran 2016 Pazar

Şair Kısakulak

Kısakulak, küçük bir tavşan olduğu yıllardan bu yana yalnızdı. Sınıfta arkadaşları bir kulağı diğerinden daha kısa olduğu için onu kızdırıp dururlardı. 

Brezilyalı yazar Eva Furnari'nin Türkçeye çevrilen ilk kitabı Şair Kısakulak'ta küçüklüğünden beri yalnız olan, kendini insanlardan soyutlayan, kendi halinde yaşayan Kısakulak'ın hikâyesini anlatıyor. Ya da gerçekten onun hikâyesini anlatıyorken başka şeylerden bahsediyor olabilir mi dersiniz?

Kısakulak günlerini sohbet etmeden, misafir kabul etmeden çok güzel geçirebiliyordu. Kendi kendiyle çok şey paylaşanların başkalarıyla da paylaşmak istediği şeyler olduğu için de kitap yazıp yayımlıyordu. Ancak kendi iç dünyasına o kadar dönüktü ki dışarıda neler olup bittiğini pek anladığı söylenemezdi.
Ta ki bir gün okurlarından gelen bir mektubu okumaya karar verdiği güne kadar. Sonra hiçbir şey Kısakulak'ın eski günlerindeki gibi olmadı. 

Okuduğu bu mektup onu rahatsız etti çünkü övgüden ziyade bir eleştiri mektubuydu bu. Okuru, kafasına takılan şeylerin sadece kafasını meşgul etmesiyle yetinmemiş asıl muhatabına bu soruları yöneltmek istemişti. Kısakulak önce okuduklarından çok rahatsız oldu. Kabul etmek istemiyordu ona yazılanları. Üzerinden vakit geçtikçe okurun haklı olabileceğini düşünmeye başladı. Sonra okuru ile iletişime geçti. Mektuplarını yanıtladı, ona yeni öyküler yazıp gönderdi. Nihayetinde kendi çemberinden çıkmayı başardı. Tüm bunları da edebiyatın imkânlarını kullanarak yaptı. 

Şair Kısakulak, fiziksel özellikleri nedeniyle kendini farklı hisseden birinin duygularını vermekle kalmıyor daha da fazlasını yapıyor. Eva Furnari, aslında Kısakulak'ın hikâyesini anlatıyormuş gibi gözükerek yazı ile neler yapılabileceğini bu incecik kitabında ustalıkla anlatmayı başarmış. 

Furnari kendi kitabını resimleyen şanslı yazarlardan biri. Aslında 2007 Jabuti En İyi İllüstrasyon Ödülü’nün de sahibi olduğu düşünülürse olayı sadece şansa bağlamamak daha doğru bir yaklaşım olabilir.  Tudem Yayınları tarafından yayımlanan kitap Nazlı Gürkaş tarafından çevrildi. Kitap 8 yaş üstü herkes tarafından zevkle okunabilir.

Ebru Akkaş

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Farklı

Felix, komadan çıktığında “mutlu insan” anlamına gelen adını “Farklı” olarak değiştirecektir; çünkü kendisi ve etrafındaki her şey artık farklıdır.

On bir yaşındaki Felix, geçirdiği kaza sonucu komaya girer. Söz konusu kaza da “ancak filmlerde olabilir” diyebileceğimiz türden bir kazadır... 

O gün okuldan hasta olduğu gerekçesiyle izin alır Felix; ancak gelip onu alması için anne-babasının haberdar edilmesi yerine, açık havanın kendisine iyi geleceğini de belirterek, eve yürüyerek gideceğini söyler. Eve vardığında, önce, babasının doğum günü için sürpriz olarak hazırladığı ve evin çatısına asmaya çalıştığı 11 rakamının bir tanesi düşerek Felix’in şakağına çarpar. Ardından, o sırada garaja girmekte olan annesi, aniden ortaya çıkan Felix’e arabasıyla çarpar ve çocuk evin duvarına doğru fırlar. Bu kazanın ardından Felix 263 gün, yani neredeyse dokuz ay, komada kalır ve uyandığında bambaşka biridir artık.

Koma öncesi hayatına dair hiçbir şey anımsamayan Farklı’daki değişimler bununla kalmaz. Hafızasını yitirse de Farklı’da yeni başka şeyler vardır. Örneğin; insanların aurasını görmeye başlar; eskiden ortalama bir öğrenci olduğu matematik dersinde artık çok başarılıdır ve insanların içini, kalbini görmesini sağlayan mistik diyebileceğimiz bazı güçler edinmiştir. Bir arkadaşını koklayarak ona hasta olduğunu söyler, mesela... Bu yeni özellikleri, insanların ondan uzaklaşmasına yol açar. Eski uysal, herkesle anlaşan çocuk gitmiş, yerine ne istiyorsa onu yapan, soğukkanlı ve sakin biri gelmiştir.

Farklı’nın bu yeni haline alışmak ne ailesi, ne arkadaşları ne de arkadaşları için kolaydır. Herkes kendince anlayış göstermeye çalışır, ancak Farklı’nın davranışları, tepkileri onları huzursuz eder. Ancak bu, yalnızca, Farklı’nın tuhaf davranması ya da alışık oldukları kişi olmamasından kaynaklanmaz. Annesinin baskıcı ve pek de esnek olmayan tutumu; hem annenin hem de babanın kazadaki rollerinden dolayı kendilerini suçlu hissetmeleri, bundan dolayı ne yapacaklarını bilememeleri ve tüm bu olayların ilişkilerine yansıması; Farklı’nın eve tek başına gitmesine izin veren sınıf öğretmeninin kendini sorumlu hissetmesi; kazadan önce özel matematik dersi aldığı Eckhard Stack'ın başına gelenler; kazadan önceki arkadaşları siyah aura’lı Nisse ile Ben’in Farklı ile olan gergin ilişkileri ve saklanan bir sır... Tam kazadan önce, düşünceli bir halde, okuldan eve dönmekte olan Felix’in kafasında acaba neler vardı, ne yapmayı planlıyordu?
 
"Farklı", gerçekten de alışılmadık bir gençlik romanı. Öncelikle içerdiği, gönderme yaptığı edebi türlerle sizi sürekli şaşırtıyor. Şöyle ki: Felix kaza sonucu hafızasını kaybederek Farklı’ya dönüştüğünde, etrafındaki insanların da kendi düşüncelerini, davranışlarını nasıl sorguladığını gördüğünüzde elinizdeki kitabın bir çocuğun ailesiyle, arkadaşlarıyla, öğretmenleriyle ve bizatihi kendisiyle olan ilişkisini -ağırlıklı olarak- psikolojik açıdan irdeleyen bir kitap olduğunu düşünüyorsunuz. Ancak Farklı’nın birtakım özel güçlere sahip olduğunu fark ettiğinizde, hele bir de Erler Çukuru’ndaki Denizkızı olay örgüsüne dahil olunca romanın fantastik bir hale bürüneceğini düşünmeye başlıyorsunuz. Ancak ortada çözülmesi gereken bir sır, işlenmiş bir suç vardır ve roman ilerledikçe aslında her şeyin bununla bağlantılı olduğunu da anlıyorsunuz. Böylelikle romanın gidişatı bir kez daha değişiyor. Doğrusu, ben romanın bu şaşırtıcılığından çok keyif aldım. Yazarın, romanı ustalıkla kurgulamasında bunun büyük payı var elbette. Ancak "Farklı"yı özel kılan yalnızca bunlar değil. Hatırlamak, unutmak, büyüme sürecinin hem çocuk hem anne-baba açısından zorlukları, suçluluk duygusunun getirdikleri, insanlar arası ilişkilerin karmaşıklığı, zayıflıklarımızla nasıl başa çıktığımız  ve insan olmanın getirdiği daha pek çok duyguyu, yaşantıyı aktarması, bunu yaparken de pedagojiden ziyade edebiyatı ön planda tutmasıyla, “Farklı”, gençlik romanları arasında öne çıkarak, özel kitaplar arasında yerini alıyor bana kalırsa. 

Rico ve Oskar’ın da yazarı olan Andreas Steinhöfel’in yazdığı, Suzan Geridönmez’in çevirdiği Farklı, TUDEM tarafından yayımlanıyor. Kitap, yayınevince 13-14-15 yaş grubu için öneriliyor.

Tülin Sadıkoğlu

24 Mayıs 2016 Salı

Gece ile Gündüz

Farklı türlerin birbirlerine düşmanlığı hikâyelerin olduğu gibi bazı klişelerin de kaynağı olabiliyor. Bu farklı türlerin doğası gereği ortada olan çekişmeyi ortadan kaldırmak da bu bağlamda hikâyelerde ele alınabiliyor. Gece ile Gündüz, Zamansız Pişen Kurabiye adları gibi birbirinden çok farklı ama birbirini tamamlayan bir ikilinin öyküsünü aktarıyor bize.

Gece ile Gündüz, Burgazada'da yaşayan iki arkadaş. Arada bir günlerini postacının peşine takılıp ada sokaklarında geçiriyorlar. Her gün yaptıkları şeyler de var elbet. Mesela Gündüz her sabah kurabiye yapıyor ve evi mis gibi kurabiye kokusu sarıyor. Eve yorgun argın döndüklerinde de bu kurabiyeleri afiyetle yiyorlar.

Fakat bir sabah farklı bir şey oluyor. Gece, yanık kokusuyla uyanıyor. Sadece bununla kalsa iyi en iyi arkadaşını da evde bulamıyor. Neyse ki arkadaşı onu merakta bırakmayacak bir incelik gösterip bir not bırakıyor. Gece, Gündüz'ün peşine düşüp sorunu ortadan kaldırmak için canla başla arkadaşına yardıma koşuyor.

Kara bir köpek olan Gece ile sarman bir kedi olan Gündüz'ün hikâyesinin çıkış noktası da farklı türlerin birlikteliği... "Her zaman iyi yaptığımız şeyleri birden yapamaz olursak bunun sebebi ne olabilir acaba?" sorusunu da bize hatırlatan bu kitap kendine güven teması üzerine güzel bir öykü. 

Sima Özkan Yıldırım'ın yazdığı, Mert Tugen'in resimlediği Gece ile Gündüz, Zamansız Pişen Kurabiye okul öncesi dönem ile okuma yazmayı yeni öğrenen çocuklara hitap ediyor. Final Kültür Sanat Yayınları tarafından yayımlanan Gece ile Gündüz'ün Kuşlara Uzanan Dallar, Pudra Şekeri Yağmuru ve Kaç Saat Kaç maceraları da mevcut.

Ebru Akkaş

20 Mayıs 2016 Cuma

Üç Şiir

Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
                             bir sincap gibi meselâ,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
                             yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yapı Kredi Yayınları, kısa bir süre önce Nâzım Hikmet’in “Yaşamaya Dair”, “Ceviz Ağacı” ve “Masalların Masalı” başlıklı şiirlerinin bulunduğu bir kitap yayımladı: Üç Şiir

Farklı ve yenilikçi üslubuyla son yıllardaki en dikkat çekici illüstratörlerden biri olan  Sedat Girgin’in resimlediği kitap, yayınevi tarafından 10-15 yaş grubu için öneriliyor. 

Çocuklar ve gençler için daha çok romanların, öykülerin yayımlanması; şiir kitaplarının ise neredeyse yok denecek kadar az olması kitabın önemini artırıyor bana kalırsa. Bu büyük şairin şiirlerinin çocuklarla-gençlerle buluşuyor olması da ayrıca önemli tabii.

Edebiyat türleri arasında şiir, yapısı gereği insana, topluma en kolay ulaşan; duygu ve düşüncelere doğrudan hitap eden, toplumsal durumları ve gerçekliği yansıtan bir tür. Divan edebiyatı şairi Latifi şiiri, “Sözün ruhu,” olarak tanımlıyor. Homeros’a göre ise, “Şiir kanatlı sözdür.” Gerçekten de edebiyatın en süzülmüş halidir şiir; şairler de bu dünyanın en naif, en ince ruhlarına sahip insanlarıdır. Elbette -bana göre- duyarlı bir insan olmak için gerekli olan incelik, naiflik gibi nitelikler yalnızca şairlere değil, şiir okuyanlara da atfedilebilir. Ne de olsa şiirin inceliğini, saflığını anlayabilen kişi yaşamın, insanın ve insanlığın, dünyanın değerini, anlamını daha kolay idrak edecektir. Yıllar önce televizyonda yapılan bir söyleşide Necati Cumalı’nın söylediği şu sözlerde haklılık payı yok mudur: “Şiir okuyan, adam öldürmez”. Bir başka şairin şu tespiti de şiirin önemine ve değerine kanıttır bence: “Yaşanılan bütün çirkinliklere, kötülüklere, haksızlıklara rağmen insanda savunulmaya değer, canlılığı korunmaya değer bir şeyler olduğuna içten içe ve kesinlikle inanıldığı zaman şiir serpilir ve çiçek açar”.

Şiiri çok seven, çok da güzel şiir okuyan değerli, sevgili Erdal Öz ise şiiri sevmek için “şiirin sesini duymak” gerektiğini söylemişti bir defasında. Büyürken kulağı pek çok çirkin sesle neredeyse tıkanan yetişkinlerin aksine, çocuklar ve gençlerinki, şiirin sesini duyabilecek kadar temiz belki de. O yüzden, bu hafta sonu, çocuğunuza Nâzım Hikmet’in “Üç Şiir” başlıklı bu kitabını alın ve birlikte okuyun. Çocukların yardımıyla, yol göstermesiyle belki bizler de şiirin sesini daha kolay duyabiliriz. Hele şiirler bu büyük şairinse eğer; kulaklarımız, beynimiz, ruhumuz bambaşka diyarların, dünyaların sesini bizlere taşıyabilir. 

Şiir dolu, kitap dolu bir hafta sonu geçirmeniz dileğiyle.

Tülin Sadıkoğlu

16 Mayıs 2016 Pazartesi

Frederick

İneklerin otlayıp atların koşturduğu çayırda eski bir taş duvar vardır. Ahırla tahıl ambarına yakın bu duvarın taşları arasında neşeli bir fare ailesi yaşamaktadır. Ancak çiftçiler, çiftliği terk edince ambar boş, fareler de yiyeceksiz kalır. Kış da gelmek üzeredir; böylece fareler mısır, fındık, buğday ve saman toplamaya koyulurlar. Gece gündüz, hepsi çalışır. Biri hariç: Frederick …

“Frederick, niçin çalışmıyorsun?” diye sorarlar. “Hiç çalışmaz olur muyum,” diye yanıt verir biraz alınmış olan Frederick: “Soğuk, karanlık kış günleri için güneş ışını topluyorum,” diye de ekler. Frederick’in büyük bir taş üzerinde oturduğunu gördüklerinde ise, “Şimdi ne yapıyorsun, Frederick?” diye sorarlar. “Renk topluyorum, çünkü kış külrengi olur,” diye yanıt verir. Bir başka sefer de bir bitkinin altına çömelmiş Frederick’i görünce, “Hayallere mi daldın, Frederick?” derler. “Yoo, hayır, sözcük topluyorum. Kış günleri uzun olur, bitmek bilmez, o yüzden söyleyeceklerimiz tükenecektir,” diye karşılık verir.

Kış gelir; fareler taşların arasındaki yuvalarına sığınırlar. Başlangıçta yemek yiyip gülüşürler, birbirlerine hikâyeler anlatırlar. Ama bir süre sonra yiyecekler azalmaya başlar. Yuvaları buz gibidir ve kimsede konuşma isteği yoktur. İşte o zaman akıllarına Frederick’in topladığı güneş ışınları, renkler ve sözcükler gelir. 

Frederick konuşmaya başlayınca soğuk ve gri kış günleri ısınır, renklenir. Sözünü bitirdiğinde ise herkes alkışlar ve “Frederick, meğer şairmişsin sen!” der. Kızaran Frederick ise utana sıkıla, “Biliyorum,” diye karşılık verir.

Frederick, diğerlerinden farklıdır. Dünyaya başka türlü bakar, başka türlü algılar. Diğerleri ilk başta ne yaptığını kavrayamazlar, ama onun da sırası gelir. Frederick’in içinde yaşadığı dünyaya katkısı başkalarınınkine benzemez, ama en az onlarınki kadar önemlidir. Hatta bana kalırsa biraz daha fazla… 

Hollanda’da doğan, Amerika ve İtalya’da yaşayan yazar-illüstratör Leo Lionni’nin daha önce de Bir Kitap Lütfen’de bahsettiğimiz kitabı Frederick kısa bir süre önce Elma Çocuk tarafından Kemal Atakay çevirisiyle yayımlandı. 1967 yılında yayımlanan Frederick, Amerika’da verilen ve çocuk kitapları alanında en saygın ödüllerden biri olan Caldecott Onur Kitapları listesine girdi. 

Başka ödüllere de değer görülen Frederick’in dilimize çevrilmesine en çok sevinenlerden biriyim herhalde. Bu duyarlı, dikkatli, sürprizli karakteri eminim ki çocuklar çok sevecekler.  

Kitap, yayınevi tarafından 5-7 yaş grubu çocuklar için öneriliyor.


Tülin Sadıkoğlu

9 Mayıs 2016 Pazartesi

En Sevdiğim Oyuncak

"En sevdiğim oyuncağı arıyorum dedim ağlamaklı. Hani kanat takıyordun, sonra şöyle vuvvv diye havalanıyordu ya onu arıyorum."




Adını bilmediğimiz anlatıcı aynı zamanda kitabın da kahramanı, tam yemek vakti en sevdiği oyuncağı kaydeder. Anne ve babası ısrarla ondan sofraya gelmesini ister. Hatta oyun oynamayı bırakmasını bile söylerler. Kahramanımızsa oyun oynamıyorum, oyuncağımı arıyorum diye sofraya gelmeyi reddedince annesi de onunla aramaya başlar en sevdiği oyuncağı.

Kahramanımız bir türlü oyuncağın adını hatırlayamaz. Ama onunla nasıl oyunlar oynadığını söyleyerek tarif etmekle çalışır oyuncağı. Her defasında da annesi oyuncağını bulduğunu düşünür ama hayır, bulamamıştır. 

Derken aramaya babası da katılır, üçü kahramanımızın oyuncağını bulamaz. Artık yavaş yavaş bulacaklarına dair ümidi keserler. Hem sofrada yemekler de soğumaya başlamıştır. Tam masaya oturduklarında kahramanımız oyuncağı ile göz göze gelir. Peki, sizce oyuncağı nedir?

Doğan Gündüz'ün yazdığı, Elif Yemenici'nin resimlediği En Sevdiğim Oyuncak evde geçen bir hikâye. Evdeki geleneksel ve kalıplaşmış rollerin yer değiştirdiği, annenin değil de babanın yemek yaptığı bu kısa öyküde yazar anlatılan ve tarif edilen şeylerin dinleyenin algısıyla nasıl şekillendiğini usul usul gösteriyor bizlere. Aynı zamanda insan beyninin ve hayal gücünün farklı işlediğini de fark ediyoruz söylediklerinden.

Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan En Sevdiğim Oyuncak, okul öncesi ve okuma yazmayı yeni öğrenen çoçuklar için uygun olabilecek bir kitap.

Ebru Akkaş

2 Mayıs 2016 Pazartesi

Ağaca Tırmanan İnek

Dünyanın en meraklı ineği Mötilda’nın en büyük tutkusu yeni şeyler öğrenmektir. Kardeşleri ise yalnızca taze, leziz otlarla ilgilenir. Ne zaman Mötilda aklına gelen ilginç şeyleri ya da hayallerini onlarla paylaşsa, “İmkânsız, çok saçma, daha neler” gibi şeyler söylerler. Ancak bu itirazlar Mötilda’yı asla durdurmaz.

Ormanda dolaşmaya çıktığı bir gün, Mötilda, ağaca tırmanmanın nasıl bir şey olabileceğini merak eder. Denemeye karar verir ve tırmanmaya başlar; ta ki ağacın en tepesine ulaşana dek. Orada Mötilda’yı müthiş bir sürpriz beklemektedir. Ağacın tepesinde, bir dalda kırmızı çizmeli bir ejderha oturmaktadır! Üstelik arkadaş canlısı ve vejetaryen olan bu ejderha da tıpkı Mötilda gibi hayal kurmayı çok sever. Mötilda sonunda hayallerini ilgiyle dinleyen bir arkadaş bulmuştur.

Eve gider gitmez olan biteni kardeşlerine anlatır Mötilda; ama hiçbiri ona inanmaz: “Ejderha diye bir şey yoktur,” der Bella; “Ayrıca inekler de ağaca tırmanamaz,”  der Berta ve Bonita da, “İmkânsız! Saçma! Daha neler!” diye ekler.

Ertesi sabah kardeşleri Mötilda’nın bıraktığı notu bulurlar. Üzerindeki notta Mötilda’nın ormanda ejderhayla birlikte uçuş dersine gittiği yazmaktadır. Kardeşlerinin hayallerine 
kendini fazlasıyla kaptırdığını düşünürler ve hemen ormana gidip onu bulmaya karar verirler. İlk defa çiftlikten çıkıp ormana gelen kardeşler, burasının Mötilda’nın söylediği kadar güzel olduğunun farkına varırlar. Tam o sırada sırtında, muhtemelen paraşütüyle, bir domuzcuğun koştuğunu ve sonra da ağaca tırmandığını görürler. Ağacın gövdesine asılı bir kâğıtta da şöyle yazmaktadır: “Ejderhadan uçuş dersleri”. Önce “İmkânsız!” diye düşünürler, ama sonra “Acaba?” derler ve cesaretlerini toplayarak onlar da tırmanmaya başlarlar. Ağacın tepesine ulaştıklarında neyle karşılacaklar dersiniz? Mötilda gerçekten de bir ejderhayla karşılaşmış ve notta yazdığı gibi ondan uçuş dersleri mi almaktadır? Neden olmasın, diyor musunuz? Okuyunca göreceksiniz.

Kimi zaman “imkânsız” diyerek hayalini kurduğumuz herhangi bir şeyi gerçekleştirmek üzere bir adım atmaktan bile çekiniriz. Halbuki hayal gücümüzün bizi nerelere götürebileceğini görmek için en azından bir kez denememiz gerekir. Sonuçlar bazen hayallerimizin bile ötesine geçebilir. Tıpkı Mötilda’nın ve kardeşlerinin öyküsünde olduğu gibi. Kim bilir, başka neler neler olabilir; yeter ki ilk adımı atabilelim...

Gemma Merino’nun yazıp resimlediği, Melike Hendek’in Türkçeleştirdiği Ağaca Tırmanan İnek, Pearson tarafından yayımlanıyor. Kitap 4 yaş ve üstü çocuklar için önerebiliriz.

Tülin Sadıkoğlu

25 Nisan 2016 Pazartesi

Heinrich Böll'den Balık Tutma Dersi

Nobel Edebiyat Ödüllü Alman yazar Heinrich Böll'ün öyküsü Balık Tutma Dersi, Bernard Friot tarafından uyarlaması, Emile Bravo'nun resimleri ile çizgi roman olarak ülkemizde de yayımlandı.

Kitaplarında savaşı, hayatın zorlu yanlarını anlatan Böll’ün, Balık Tutma Dersi'nde çalışma hayatına değindiği biliniyor.

Balık Tutma Dersi’nin hikâyesi kısaca şöyle: Küçük bir sahil kasabasında kendi halinde balıkçılık yapan biri sandalında dinlenirken rıhtımdan gelen fotoğraf makinesi sesinden rahatsız olur. Sohbet etmeye meraklı bu turist kaptanla konuşmak için havayı, denize açılmayı bahane eder. Bu meraklı turist ile konuşmaya hiç niyeti olmayan kaptan karşısındakinin ısrarına karşı koyamayacağını anlayarak kendini olayın akışına bırakır. Hemen, “İşinize burnumu sokmam istemem,” diyerek konuya giriş yapan turist, kaptana nasıl çalışması gerektiğini, işleri nasıl büyütebileceğini, nasıl istihdam ve kâr sağlayabileceğini iştahla anlatır. Tatilde bile kendini iş düşünmekten alıkoyamayan bu turist kaptanın emekliliğe kadar tüm iş hayatını planlar. Kaptansa bu planların hiçbiri ile ilgilenmez.

İnsan ne için çalışmalıdır sorusunu hatırlatan bu öykü, sistem eleştirisi getirirken insanın gözünün doymak bilmemesini, çalışma sınırlarını belirlemekte ne kadar zorlandığını bizlere bir kez daha hatırlatıyor. İnsanın kendi hayatı, yaşamda zevk duyduğu şeyleri yapmasının daha fazlasını isteme ve kazanma hırstan daha önemli değerli olduğunu gösteriyor.



Her yaştan okura hitap eden, öyküsü kadar çizimleri ile de dikkat çeken Balık Tutma Dersi’ni Figen Müge Erel'in Türkçeleştirdiği. Kitap Desen Yayınları tarafından yayımlandı.

Ebru Akkaş

18 Nisan 2016 Pazartesi

Dünyanın En Şişmanı

Günlerden karne günüdür. Berk’in karnesi kıl payı aldığı geçer notlarla doluyken, kız kardeşi Simge onur belgesi almıştır. Karnesindeki notlar yüzünden evde “çıngar” çıkacağını düşünür, Berk. Ne evde oturmak, ne akrabalarını görmek, ne de komşularıyla karşılaşmak ister. Ancak alt komşusu Melike Hanım’a, en üst kattaki komşusu Mısra Abla'ya, “her işe maydanoz” Sinan Bey’e, muhasebeci Esra Hanım’a, apartmanın en yaşlısı Melike Hanım’a yakalanmaktan kurtulamaz. Hepsinin Berk’in karnesindeki notlarla ilgili söyleyeceği bir şey vardır. Her ne kadar duyduğu şeyler onu sarssa da, üzse de Berk, onlarda gördüğü olumsuzlukların hiçbirini dillendirmez. 

Karnesini ellerinden kurtarıp soluğu evde alır. Ancak karneyle ilgili duyacakları henüz bitmemiştir... Daha halasının evindeki kutlama partisine gideceklerdir. İşte, tatilde çıraklık yapma fikri de bu partide ortaya atılır. Hangi işte çalışabileceğine dair duyduğu her söz Berk’i boğacak gibi olur, kendisini bir bahaneyle evden dışarı atar. Eve gittiğindeyse onu annesi beklemektedir. Önce karnesinden, okuldaki başarısından konuşurlar. Annesi, Berk’in yalnızca karnesindeki notlardan değil; onun maymun iştahlılığından, bir şeye başlayıp bitirmeyişinden dem vurur. Keman, tenis, futbol, yüzme... Berk, her birine hevesle başlamış; ama kendince çok geçerli nedenlerle kısa sürede de hepsini bırakmıştır. Annesi, Berk'in gerekçeleri karşısında ona laf anlatmaya çalışmaktan yorulur ve konu, Berk’in yaz tatilinde çıraklık yapmasına gelir. Anlaşılan bundan kaçış yoktur.

Berk, önce bir kargo şirketinde, daha sonra bir esnaf lokantasında ve son olarak da robot giysileri üreten bir iş yerinde çalışır. Sonuncu işinde Berk kendine en uygun, yapmaktan en keyif aldığı işi bulmuştur: Uyumak. Bunu babasına söylediğinde, babası onu “yemek üstüne yan gelip yatmanın yan etkileriyle” ilgili uyarır. Berk, sonunda dünyanın en şişmanı seçilme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bunu bir uyarı değil, bir hedef olarak algılayan Berk dünyanın en şişmanı seçilip Rekorlar Kitabı’na girmeye karar verir. Artık ne annesi, ne babası, ne de bir başkası ona karışmaz. Günleri parkta küçük bir tur atmakla, sonra da sessiz bir köşede uyumakla geçer. Bu böyle devam eder; ta ki reklam panosunda kendi fotoğrafını görene kadar. Reklamda, metro istasyonunda son yolcusunu bekleyen dolu bir tren ve bankta yatan işsizin biri vardır. Bankta yatan Berk’in ta kendisidir. Ancak onun ilgisini çeken dudağının kenarındaki kırmızı lekenin “taptaze bir çiçek güzelliğinde” çıkmış olmasıdır. Berk, bunun, fotoğrafı çeken kişinin marifeti olduğunu düşünür. Hemen eve gidip dolabına tıkıştırdığı fotoğraf makinesini bulur ve fotoğraf çekmeye başlar. Çekmeyi istediği fotoğrafı bulana kadar denemeler yapar, Berk. Böylelikle mahallesine, mahallesinde yaşayan ama hiç selamlaşmadığı kişilere daha farklı bir gözle bakmaya başlar. Berk’in fotoğraf çekme konusundaki hevesi annesini ve babasını da mutlu eder. 

Berk, bir gün çektiği fotoğrafları sergiler. Kardeşi Simge de bir şekilde bunun parçası olmuştur. Fotoğrafların mahallede yaşayanlar üzerindeki etkisi ise muazzamdır. Berk, peşine düştüğü fotoğrafları çekmiştir; şimdi ise ilgisi bambaşka bir konuya yönelmiştir. Tekrar fotoğraf çekmeye başlar mı, bilinmez; ama Berk’in yarattığı etkinin devam edeceği muhakkak.

Çocukların çok sevdiği, her yeni kitabını heyecanla beklediği Sevim Ak, son romanı Dünyanın En Şişmanı’nda, başarıya dair bilindik kalıpların dışında kalan bir çocuğun hikâyesini anlatıyor. Bunu yaparken günümüz dünyasının, insanların yaşamları üzerindeki etkilerine de değiniyor. O nedenle kitap pek çok farklı okumaya açık. Ancak benim için bu kitabın en önemli yanı samimiyeti ve gerçekliği. Karşımızda stereotipler ya da hayatta başarıyı yakalamaya dair büyük öğütler yok. Gerçek yaşamın içinden gerçek insanlar, gerçek duygular var. Kitaptaki karakterlerin öne çıkan yanları ise örneğin: Berk, kendisiyle son derece barışık olması, baskılara boyun eğmemesi ve keyif aldığı şeylerin peşine düşebilmesi bakımından cesur bir çocuk. Anne-babası ise okuldaki vasat başarısı karşısında çocuklarının geleceğiyle ilgili kaygı duysa da bir yandan Berk’le iletişim kurmaya, onu anlamaya çalışmasıyla dikkat çekiyor.

Değerli yazar Sevim Ak’ın yazdığı, Ayşin Eroğlu’nun resimlediği Dünyanın En Şişmanı, Doğan Egmont tarafından yayımlandı. Kitap, 9 yaş ve üstü okurlar için öneriliyor.

Tülin Sadıkoğlu

11 Nisan 2016 Pazartesi

Bologna Çocuk Kitapları Fuarı 2016


54. Bologna Çocuk Kitapları Fuarı, 98 farklı ülkeden 25 binin üzerindeki ziyaretçi ve 1200 katılımcı ile 4-7 Nisan 2016 tarihlerinde gerçekleştirildi.

Bu yıl fuar son yıllara kıyasla daha kalabalıktı. Geçen yıl koridorlarda rahat rahat gezilirken bu yıl bazı salonlarda yoğunluktan yürümek bile oldukça zordu.

Bu yılki onur konuğu Almanya'ydı ve Almanya görsel açıdan oldukça zengin bir stand ile fuarda yer aldı. Ayrıca ağırlıklı Alman Yayıncıların yer aldığı 30. Salon'da Alman illüstratörlerce hazırlanmış kitap ağaçları sergisi yer alıyordu ki bence fuarın en güzel mini sergilerinden biri oydu. Bana Ağacını Anlat diye çevirebileceğimiz başlıktaki sergide ağaçlar Alman sanatçılar tarafından bezenmişti. Her ağacın altında illüstratörün biyografisi yer alıyordu.


Kitapların yayın haklarının satıldığı fuarda dikkat çeken noktalardan biri sessiz kitap adı verilen ve öykünün sadece resimlerle anlatıldığı kitap sayısındaki artış dikkat çekiciydi. Sessiz kitapların çeviri gerektirmediği için ticari açıdan da daha şanslı bir alan olduğu konuşulanlar arasındaydı. 

İllüstratörler Sergisi 50. yılını özel bir sergi ile kutladı. 1967-2016 yılları arasında bu seçkide yer almış 50 sanatçının eserinin yer aldığı sergi aynı zamanda çizimlerdeki değişimi ve eğilimleri göstermek amacını da taşıyordu. Shaun Tan, Suzzy Lee, Quentin Blake gibi sevdiğim illüstratörlerin işlerinden oluşan sergide Türkiye'den bir sanatçının işi yer almıyordu. 


Bologna Çocuk Kitapları Fuarı, aynı zamanda çocuk edebiyatının büyük ödüllerinin sahiplerini bulduğu bir fuar. İki yılda bir verilen Hans Christian Andersen Ödülü'ne bu yıl Çinli yazar Cao Wenxuan ve Alman illüstratör Rotraut S. Berner değer görüldü. 

Çocuk Edebiyatının Nobel'i sayılan Türkiye'nin de 2 yazarının adaylar arasında olduğu ALMA ödülüneyse İngiliz Meg Rosoff sahip oldu.

Bologna Çocuk Kitapları Fuarı'nın düzenlediği 3 binden fazla başvuru alan ve 77 illüstratörün işlerinin seçildiği İllüstratörler Sergisi'nde ödül Meksikalı Juan Palomino'ya verildi. 

Bologna Çocuk Kitapları Fuarı'nda Türkiye'nin konuk ülke olması için görüşmeler halen devam ediyor. Belki yakın bir zamanda bu netleşir ve Türkiye de gelişen çocuk yayıncılığını sergileme fırsatı bulur. Yalnız bunun için ticari kaygı gözetmeksizin artistik denilen tarzda kitapların sayısının artmasında fayda var.

Ebru Akkaş

28 Mart 2016 Pazartesi

Gergedanlar Krep Yemez

Anne-babası Begüm’ü çok sever, ancak bazen Begüm kendisini dinlemediklerini düşünür. Akvaryumdaki balığın kendisiyle konuştuğunu, sonra da uzaylıları gördüğünü söyler, mesela; ama aldığı yanıt, “Evet tatlım, çok güzel ama bunu daha sonra konuşalım mı?” olur. Ancak bir gün öyle bir şey olur ki...

Her sabah olduğu gibi mutfakta kahvaltı yapan Begüm, arkasından, büyük, mor bir gergedanın geçtiğini ve masadaki tabaktan bir krep alıp yediğini görür. Hemen annesinin yanına gidip ona ne gördüğünü anlatmaya çalışır. Ancak hem telefonda, hem de bilgisayar başında olan annesi Begüm’ü tam dinlemeden onun bir örümcekten korktuğunu zanneder. Bunun üzerine babasının yanına gider. Kollarında kocaman bir çamaşır sepeti olan babası ise Begüm’e örümceğin biraz bekleyebileceğini, az sonra geleceğini söyler. Begüm, söz konusu olanın bir örümcek olmadığını; kocaman, mor bir gergedan olduğunu anlatmaya çalışır ama boşuna... Annesi ve babası onu dinlemez...


Günler geçtikçe Begüm, gergedanla evin her yerinde karşılaşmaya başlar: Koridorda, bahçedeki çamaşırların arasında, hatta tuvalette... Her seferinde de anne-babasına evde mor bir gergedan olduğunu söylemeye çalışır, ama ikisi de Begüm’ün ne söylediğini duymazlar. Böylelikle Begüm,yavaş yavaş, gergedanla arkadaşlık etmeye başlar. Birlikte parkta oyun oynarlar, mutfakta pizza yaparlar, salonda birbirlerini gıdıklayıp şakalaşırlar. Anne-babası bütün bu olup bitenlerin farkında değildir; ta ki krepler kaybolana dek. Bir tabak krebin bittiğini gören Begüm’ün babası homurdanarak krepleri kimin yediğini sorar. Begüm, mor gergedanın yediğini söylediğinde, hatta tam yanlarından geçtiğini işaret ettiğinde bile ona inanmazlar. Gülerek, gergedanların evlerde değil, hayvanat bahçelerinde ya da doğada yaşadığını söylerler.




Begüm, anne-babası onu dinlemediği için çok üzgündür. Her ikisinin de kendisinden çok uzak olduğunu düşünür. Onu dinleyen ve üzüntüsünü paylaşan gergedanın da ailesi çok uzaktadır. Begüm, bunu fark edince gergedana sarılır. İkisi birbirlerini teselli ederler. Hatta Begüm, bütün gece, gergedanı evine ulaştırmanın yollarını düşünür...


Ertesi sabah, annesi ve babası ona sürpriz yaparak hayvanat bahçesine gideceklerini söylerler. Belki de Begüm’ün mor gergedanla ilgili anlatmaya çalıştıkları bunda etkili olmuştur. Ancak hayvanat bahçesine gittiklerinde Begüm’ün annesi ve babası onun doğru söylediğini anlayacaklar ve kızlarını şimdiye kadar dinlemeleri gerektiğini fark edeceklerdir. Üstelik mor gergedan da kendi ailesine kavuşacaktır.


Her şey yolunda gibidir. Son sayfadaki sürprizi görene dek...


Anna Kemp’in yazdığı, Sara Ogilvie’nin resimlediği, Gülbin Baltacıoğlu’nun Türkçeleştirdiği Gergedanlar Krep Yemez, Pearson tarafından yayımlanıyor. Kitabı 3-6 yaş arasındaki çocuklar için önerebiliriz.


Tülin Sadıkoğlu

16 Mart 2016 Çarşamba

Uyurgezer Ayı

Masallar dilden dile, nesilden nesile aktarıldığı anlayışına göre masal oturulup yazılacak bir şey değildir. Anlatılması, toplumda yer bulması ve aktarılması gerekir. Bu anlayışa göre masalsı öğeleri içinde bulunduran kurgular masal sayılmaz. Peki, masallardaki sembolleri içinde barındıran bir kurgu, masal olarak kabul edilemez mi?

Tüm bunlar Joan Alkien’in Uyurgezer Ayı kitabını okuduktan sonra aklımdan geçen sorular. Alkien’in gerçeği dolaylı yoldan anlatmayı başardığı sekiz kurgu masalına zamanımızın en önemli illüstratörlerinden biri olan Quentin Blake’in çizimleri eşlik ediyor.

Kitap, Sisli Dağların Tepesinde, Göz Kamaştıran Gölgeler, Melusina, Bir Sepet Su, Meyan Kökü Ağacı, Öfkeli Tepe, Uyurgezer Ayı, Yakala Dünyayı masallarından oluşuyor.

Göz Kamaştıran Gölgeler, nesnelerin kimin elinde nasıl kullanıldığına bağlı olarak iyilik de kötülük de yapabileceğini hoş bir dille anlatıyor. Kötü niyetle murada erilemeyeceğini, eninde sonunda iyilerin kazanacağını hatırlatıyor bizlere.

İnsanların tuhaf yönleri olabileceğini gösteren Melusina ise bunlarla barışmak ve herkesi olduğu gibi kabul etmenin hayatı da güzelleştireceğini vurguluyor. Meyan Kökü Ağacı masalında ise günlük alışkanlıkların bazı sorunları ortadan kaldırabileceğini bal gibi gösteriyor bize. Öfkeli Tepe’yi okurken menfaatlerin insanı ne denli zalimleştirebileceğini bir kez daha fark ediyoruz.

Joan Alkien, gerçeği gerçeküstü anlatımıyla normalleştirmiş bu kitabında. Bunlara sıcak anlatımını ve tatlı dilini de katarak yapmış.

Uyurgezer Ayı, Arif Cem Ünver’in çevirisi ile Tudem Yayınları tarafından yayımlandı. Kitap 9 yaş üstü tüm çocuklar için güzel bir okuma sunuyor.

Ebru Akkaş 

7 Mart 2016 Pazartesi

Okumayı Sevmeyen Çocuğun Hikâyesi

“Herkes en çok hoşuna giden şeyi okur,” der annem her zaman. “Örneğin, Elisa vampirleri seviyor, ağabeyin Tobia ise hikâyeleri, baban gezi kitaplarını, ben ise anı kitaplarını seviyorum. Ya sen?”

“Anne, ben okumayı sevmiyorum!”

Herkes kitap okumanın ne kadar güzel olduğunu söylese de Anna tam aksini düşünür. Kitap okumak üzere oturduktan on dakika sonra bacakları hareketsiz kaldığı için ağrımaya başlar; yarım saat geçince gözleri yanar, esnemeye başlar; bir saat geçince ise esnemekten “yüzü gözü birbirine girer”. Annesine göre henüz mükemmel kitabını bulamamıştır. Öğretmeni ise mükemmel kitabın okumaktan aslı bıkmayacağı kitap olduğunu söyler. Anna’ya göre böyle bir kitap yoktur! Bunun üzerine öğretmeni ona bir ödev verir: Anna okulun kütüphanesine gidecek, orada mükemmel kitabını bulacak ve ertesi gün sınıfta okuyacaktır.

Anna, kütüphane sorumlusunun yönlendirmesiyle gittiği bölümde “ince kitaplar”, “daha ince kitaplar” ve “en inceleri” olduğunu görür. İçlerinden en incesini alır. Bu, eski bir kitaptır; kapağında altın yaldızlı bir kapı, içinde de sararmış iki sayfa ve burada da tek bir cümle vardır: Her kitap, unutulmaz bir maceraya açılan bir kapıdır. Bu sayfayı çevirdiğinde, düşlerin dünyasına gireceksin. Anna’nın düşlerindeki dünya kitapsız bir dünyadır. Böyle söyleyerek sonraki sayfaya geçer, ama ikinci sayfa bomboştur. Tuhaf gelir bu, Anna’ya... Tam o sırada çalışma masasına doğru uzanan bir gölge fark eder. Yaklaşan fırtınanın ilk habercisidir bu gölge. 

Yağmur bütün gece sürer, ama sabah hava açmıştır. Anna’nın düşlerinin dünyasına... Yani, kitapsız bir dünyaya. Önce ağabeyinin, sonra sırasıyla ablasının, babasının ve annesinin kitapları kaybolur. Kitaplıktaki kitaplar, kitapçıdaki, hatta bütün şehirdeki kitaplar yok olmuştur. Okulda da kitap kalmamıştır. Bu, tam da Anna’nın istediği şeydir. Ancak o sırada ortalıkta kalan tek kitabın, en büyük dileğini gerçekleştiren en ince kitap olduğunu fark eder. Bunun üzerine kütüphane görevlisinin yanına gider. 

Anna, kütüphane görevlisinin sımsıkı bağlandığını ve Ejderha Smaug, Kötü Canavar, Mavi Peri, Pinokyo ile Kötü Kalpli Cadı tarafından çevrelendiğini görür. Kütüphane görevlisine kızgındırlar; çünkü kitaplar, yani bu masal kahramanlarının evi,  kaybolmuştur ve onlar da yuvasız kalmışlardır. Tam o sırada Kötü Canavar, “Burnuma çocuk kokusu geliyor,” diye gürler, “kıllı koca elini” uzatır ve Anna’yı yakalar. Kitapların kaybolmasına sebep olanın Anna olduğu ortaya çıkmıştır. Yuvalarını kaybeden tüm bu masal kahramanları Anna’nın, kitaplarla ilgili düşüncesini değiştirebilecekler mi? Kitapların geri gelmesini sağlamaya onu ikna edebilecekler mi? Anna, nihayet, kitapların büyüleyici dünyasını keşfedebilecek mi? 

Miriam Dubini’nin yazdığı, Francesca Carabelli’nin resimlediği, Filiz Özdem’in Türkçeleştirdiği Okumayı Sevmeyen Çocuğun Hikâyesi, Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanıyor. Kitap, 7-9 yaş grubu için öneriliyor.

Tülin Sadıkoğlu

1 Mart 2016 Salı

Juju Beni Unutma

Çiğdem Sezer'in, çocuk edebiyatımızda konu çeşitliliğini zenginleştiren bir kitabı yayımlandı: Juju. İsmi, sihirli şey anlamına gelen Juju'nun küçük yaşına rağmen başından geçenleri kendi ağzından anlatıyor bize.

“Ben miyim savaşın çocuğu? Ben annemle babamın çocuğuyum. Kim ister savaşın çocuğu olmayı?” diye soruyor Juju bizlere.

Suriye'deki savaştan ailesi ile kaçmayı başaran Juju kendi şanslı sayar. Çünkü bazı arkadaşlarının ve geldiği yeni ülkede karşılaştığı yurttaşlarının kendi kadar şanslı olamadığını gözleri ile görür. Şansları yaver gitmiştir, başlarını sokacakları bir evleri de vardır. Tüm kayıplarına rağmen bir aradadırlar. Babası bir apartmanın kapıcılığını yapar, dikiş dikmeyi seven annesi ise evlere temizliğe gider. Juju'nun bir de kendi ülkesinde travma yaşamış, bu yüzden pek konuşmayan bir kız kardeşi de vardır.
Juju bu yeni ülkenin yeni şartlarına alışmaya çalışırken türlü türlü insanlara da denk gelir. Kimisi onlara yardımcı olmaya çalışırken kimisi de onların varlıklarından duyduğu rahatsızlığı kaba şekillerde dile getirir.

Savaşı, göçü, göçmenliği sade bir dil ile anlatan Sezer, bu konuyu bir de çocuk işçiliği ile bağdaştırmış. Üzerinde uzun uzun düşüneceğimiz ve tartışacağımız şeyler söylemiş: "Ama yine de çocuklar dilenmek zorunda kalıyor. Babalar, anneler iş bulup çalışmıyor. Bu da kötü. İnsan çalışamazsa nasıl para kazanır. O zaman dilenmekten başka çareleri kalmaz." Peki, dilenciliği meslek edinenler? Suriye'den göçmek zorunda kalan birçok insanın dilenmek zorunda olduğunu gözlerimizle sokaklarda gördük, buna inandık ta ki Suriye'den göçmek zorunda kalan diğer insanlar bizi "bunlar Suriye'de de dileniyordu çünkü işi buydu" diye bizleri uyarana kadar.

Juju, hikâyesini anlatırken birkaç yerde "mülteci" kelimesini kullanıyor. Şu anda yaşadığı ülkenin onu mülteci olarak kabul etmediğini bilmeyerek. Metinde her mülteci kelimesine rastladığımda Çiğdem Sezer bunu bilinçli olarak mı Juju'nun ağzından söyletiyor acaba diye düşündüm. Mültecilerin yasal hakları varken Suriye göçmenlerin/sığınmacıların yasal hakları yok çünkü onlar yasal olarak mülteci kabul edilmiyor. Dini milliyeti ve belirli bir toplumsal cinsel aidiyeti yüzünden veya siyasi tercihleri sebebiyle zulüm gören, bu sebeple yurdundan ayrılan ve endişeleri gittiği ülkeler tarafından haklı bulunan kişiye mülteci deniyor. İnsan Hakları Beyannamesi  14. Maddesinde “Herkesin zulüm karşısında başka ülkelere sığınma hakkı vardır” diyor. Bu hak 1951 Cenevre Konvansiyonuyla teminat altına alınmış. Daha çok II. Dünya Savaşı yıllarında Avrupa’da yerinden edilmiş kişiler için oluşturulmuş bir sözleşme bu. Bu sebeple Avrupalılarla sınırlandırılmış. Bu sınırlandırmanın haksızlığı 1967’de imzalanan bir ek protokolle bütün dünya vatandaşlarına sağlanmış. Ancak bu ikinci protokolü imzalamayan tek bir ülke var: Türkiye!

İnsan okuduğu kitabı sevince onun bütün kusurlardan münezzeh olmasını istiyor. Juju’da birkaç yerde nasıl batıdakiler Türkiye’ye oryantalist bir göz ile bakıyorsa biz de kendi doğumuza o gözle bakmaktan kendimizi kurtaramadığımız da dikkatimi çekti. Bir de savaşın kötülüğünü vurgulayan yerlerde yanlışlıkla başka bir şey söyleniyor olabilir mi düşüncesinden kurtaramadım kendimi: Bir saldırı altındayken vatanı savunmak iyi bir erdem değil midir peki?


Daha çok şiirleri, şair yönüyle tanıdığımız Çiğdem Sezer, akıcı ve samimi bir anlatımla toplumumuzdaki bir yaraya parmak basmış. Yaralara merhem bu kitabın çocuklarımızı, göçmek, sığınmak zorunda kalan diğer çocukların dünyasına sokmaya, onları daha iyi anlamaya sağlayacağına hiç şüphem yok. Yazarı ve yayınevini canı gönülden tebrik ediyorum. Bilgi Yayınevi Çocuk Kitaplığı’nca yayımlanan Juju Beni Unutma, herkese göre bir kitap. 

Ebru Akkaş

22 Şubat 2016 Pazartesi

Başımızda Kuşlar

Atalarımın ülkesinde, insanın başına tuhaf şeyler gelebiliyordu.
Kuşlar yuvalarını, insanların başlarının üzerine yapıyordu. Seviyorlardı orada yaşamayı.
Karşılığında da insanlara yardım ediyorlardı: örneğin insanlar uçmak istediklerinde.
Buradaki insanlar için hayat, başka herhangi bir yerdekine göre çok daha rahattı.

Kuşlar, insanlara yalnızca uçmak istediklerinde değil; başka konularda da yardımcı olur... Örneğin; epeyce tembel olan postacı, başına yerleştirdiği posta güvercini sayesinde postayı kısa sürede dağıtır. Carla, baykuşu sayesinde geceleri de görebilir; böylelikle zifiri karanlıkta bile korkmaz. Konuşkan biri olmayan Manuel’in aklından geçirip de bir türlü dile getiremediklerini başındaki papağan aktarır. Hasta olan kuşlar ise veteriner İrina’ya gider. Teşekkür etmek için ona uzaktaki ülkelerden hikâyeler anlatırlar. Çekingen olan Miruna, duygularını asla söyleyemez; ama başının üzerinde yaşayan ve rengini kızın ruh hâline göre değiştirebilen kuş ona bu konuda yardımcı olur. 

Daha başka pek çok kişi farklı ihtiyaçlarını, başlarının üzerinde yaşayan kuşların yardımlarıyla giderirler. Ancak günün birinde insanlar, kuşların onları bırakıp gideceği korkusuna kapılırlar. Böylece özel kafes-şapkalar edinmeye başlarlar. Bu kafes-şapkaların içindeki kuşların uçmalarının imkânı yoktur artık. Bir yere gidemezler, gidemezler ama eski renklerini, seslerini de kaybetmeye başlarlar. Çoğunun aklına kafes-şapkalarından kurtulmak, kuşları eskisi gibi özgür bırakmak gelmez. Yalnızca, eski günleri hatırlayan birkaç kişi, kuşları için şapka edinmeyi düşünmemiştir; çünkü onlar, “sevdiğin ve seni seven şeyin seninle kalması için özgür olması gerektiğine” inanırlar.

Bizi mutlu eden, çoğaltan şeylere ve kişilere sıkı sıkı tutunmak isteriz. Öyle ki onları kimi zaman kendimize hapsederiz. Halbuki bizi mutlu eden şeyler ve kimseler de bir yerlerden beslenmektedir. Bunlardan mahrum bırakırak onları mutsuz edebiliriz ve bunun ne onlara ne de bizlere faydası vardır. Hapsetmek, bağlamak yerine; bir arada, yan yana olmak insanları hem özgürleştirecek, hem zenginleştirecektir. Genç okurlar, genç bir yazar olan Sandra Gobet’in bu özel öyküsüyle çok erken bir yaşta bunu duyumsayacaklar, farkına varacaklar.  

Kitapta yer alan bilgiye göre Sandra Gobet 1985 yılında Madrid, İspanya’da doğmuş ve grafik tasarım eğitimi almış. Hem yazdığı hem resimlediği Başımızda Kuşlar ise Sandra Gobet’in ilk çocuk kitabı. Final Kültür Sanat Yayınları’ndan çıkan ve Genç Osman Yavaş’ın Türkçeleştirdiği kitap 7 (bana kalırsa 9 da olabilir) yaş ve üstü okurlar için öneriliyor. 

Tülin Sadıkoğlu

15 Şubat 2016 Pazartesi

Bir yazar, üç kitap

İlgili yayınlar ne kadar takip edilirse edilsin mutlaka gözden kaçan, arada kaynayan bazı kitap ya da yazarlar oluyor. Neyse ki ilgi alanınızı bilen arkadaşlarınız "O kitapları nasıl buldun?" sorusu ile kaçırdıklarınızı fark etmenizi sağlayabiliyorlar. 

Bu kez İnkılâp Yayınları Genel Yayın Yönetmeni sevgili Senem Davis ile sohbet ederken "Bunları gördün mü?" diye elime tutuşturduğu kitaplar sayesinde tanıştım Tunç Atalay ile. Geçen yıl yayımlanan Siyah Beyaz Hikâye, İzini Arayan Salyangoz, Gıdıklanan Elma kitaplarını elime alıp baktığımda önce sade ve kişilikli çizimlerini çok beğendim. Sonra hikâyeleri okumaya koyuldum. 

Siyah Beyaz Hikâye, bir gece herkes uykudayken canı çok sıkılan ve gitmek isteyen siyah rengin hikâyesini anlatıyor. Siyah gidince her şey aynı kalmıyor elbet. Bundan gece avlanan canlılar kadar renginde siyahı barındıran hayvanlar da etkileniyor. Aynaya bakan bir zebra aynada "göremediklerine" inanamıyor. 

İzini Arayan Salyangoz, yağmurlu bir günde izini kaybeden bir salyangozun hikâyesi üzerine kurulu bir kitap. Herkes bilir ki salyangozlar ilerlerken bir iz bırakır arkalarında. Bu onların imzaları gibidir. İmza görünmez olunca varlığının kanıtı olan izinin peşine düşer. Son elbet mutlu biter. 

Bu iki kitap aynı sadelikte ama derinlikli, kurgusu güzel bir metin. Varlık sebebimiz, bizi biz yapan şeyler kadar bizim elimizin değdiği, hayatlarına dokunduklarımızla ilgili ve umut ile biten kitaplar.

Gıdıklanan Elma ise olgunlaşıp yere düşen bir elmanın hikâyesini anlatıyor bize. Elmanın kıkırdayıp gülmesi etraftaki diğer canlıların da ilgisini çekiyor. Her biri elmayı böyle güldüren şeyin ne olduğunu tahmin etmeye çalışıyor. Netice ise herkesi şaşırtıyor.  

Tunç Atalay, 1980 Mersin doğumlu. Resim ve Çocuk Gelişimi/Okul Öncesi Öğretmenliği lisans öğrenimi gören Atalay, öğretmenlik yapıyor. Ülkenin birçok yerinde mesleğini icra ederken çocukların hayatına dokunmakla yetinmeyip çocuklar için yazıp, çizmeye başlamış. Bence çok da iyi etmiş.

Tunç Atalay'ın İnkılâp Yayınları'nın alt markası Mandolin'den çıkan kitapları okul öncesi dönemdeki çocuklar ve yeni keşif yapmak isteyen herkese hitap ediyor.

Ebru Akkaş





11 Şubat 2016 Perşembe

Usta yazar Yaşar Kemal'den genç okurlar için etkileyici, hüzünlü, düşündürücü bir öykü: Kalemler

Şehirlerin en önemli yerlerinden birisi de çöplüklerdir. Çöplüklerin şehirler için sadece gerekli değil, niçin bu kadar önemli olduğu hiç aklınıza geldi mi? Bir büyük şehir çöplüğünü görünceye kadar bunu ben de bilmiyordum. Bir çöplük, bence bir şehir demektir.

Çöpçü çavuşu Rüstem Çavuş, karısı ve biri kız, diğeri oğlan iki çocuğuyla mahallenin en temiz, en güzel, en “gıcır gıcır” evinde oturur. Evleri öyle güzeldir ki yalnızca karı-koca değil mahalleli de saatlerce, bu, bahçesinde türlü türlü çiçek açan, pencerelerinde renk renk sakız sardunyanın, fesleğenin olduğu evi seyreder. “Yerler, evler, insanlar vardır. Şöyle bir bakarsan mutlulukla dolarsın.” Bu da öyle bir ev, öyle bir ailedir.

Rüstem Çavuş ve diğerleri çöplükten ne çıkarsa çıksın aralarında paylaşırlar. Bir tek şey hariç: Kalemler. Çöplükten çıkan bütün kalemler, çocukları okula gittiği için Rüstem Çavuş’a verilir. Onun çocukları okuyacak, “büyük, iyi, bilgili adam olacak”tır.

Rüstem Çavuş’un kızı Neriman ilkokul beşinci sınıftadır. Kalemleriyle de gurur duyar. Okuldaki öğrencilerin her şeyi vardır belki, ama hiçbirinin bu kadar çeşitte kalemi yoktur. İçin için kalemleriyle övünse de kalemlerini okula götürüp arkadaşlarına gösteremez Rüstem Çavuş’un kızı Neriman; çünkü arkadaşları bu kadar kalemi nereden bulduğunu soracak olsa onlara, “Çöpçübaşı” babasının bunları çöplerin arasından topladığını söyleyemeyecektir. O yüzden başka bir yol bulur; bu kalemleri aslında varolmayan, kendisinin uydurduğu, "dayısının oğlu Erol Abi"nin getirdiğini söyleyecektir. Böylece kalemlerini istediği kadar ve gururla sergileyebilecektir.

Neriman’ın tahmin ettiği gibi çocuklar kalemlerin çeşitliliğine ve bu kadar çok oluşuna hayran kalmıştır. Başına üşüşürler kalemlerin; Erol Abi’nin dükkânına gidip onlar da bu kalemlerden alacaktır. Bunun üzerine Neriman kalemleri arkadaşlarına dağıtmaya başlar.

Neriman çok mutludur; ama bir gün, “o kısa boylu, o bakkalın şaşı oğlu Zühtü var ya, o mendebur, o sümüklü burun var ya, işte o”her şeyi bozacaktır. Öğretmenine gidip yeminler ederek Neriman’ın onun kalemini çaldığını söyleyecektir. Neriman ise babasının kalemleri çöplükten toplayıp getirdiğini söylemektense yalanını sürdürmeyi tercih edecektir. Böylece bu güzel ailenin mutluluğuna gölge düşecektir...

Büyük, usta yazar Yaşar Kemal, yazdıklarıyla çoğu zaman ülkenin, insanlığın, doğanın gerçeklerini olanca hüznüyle okurlarına gösterir. Bu öyküsünde de öyle...

Kitapta yer alan bilgiye göre “Kalemler”, Yaşar Kemal’in Sarı Sıcak adlı kitabından alınmış. Ayrıca kesme işareti, inceltme işareti kullanmayan Yaşar Kemal’in, çocuklar ve gençler için hazırlanan kitaplarında da -"Kitaplar" başlıklı öyküsünde olduğu gibi- imlasına sadık kalındığı bilgisi aktarılmış.

Yaşar Kemal’in yazdığı, Sedat Girgin'in resimlediği Kalemler başlıklı öykü, Yapı Kredi Yayınları’ndan yayımlanıyor. Kitap, 10 yaş ve üstü okurlar için öneriliyor.

Tülin Sadıkoğlu 





                     


8 Şubat 2016 Pazartesi

Minik Ayı Vadu - Ormandaki Dedikodu

Saklı Kayın Ormanı’nın sevimli minik ayıları Vadu ile en iyi arkadaşı Dadu’nun arası bir gün bir hiç yüzünden açıldı. Olay çok basit, incir çekirdeğini bile doldurmayacak bir nedene dayanıyordu.

Vadu, arkadaşı Dadu’yla saat üçte, ulu çınarın altında buluşmak üzere sözleşmiştir. Vadu, buluşma yerine gelir gelmesine de Dadu ortalıklarda yoktur. Önce meraklanan, ama sonra kızmaya başlayan Vadu, üstüne, bir de kendini terk edilmiş hisseder. Tam bu esnada tavşan gelir. Vadu’nun suratını neden astığını merak eder. Minik ayı da ona, “Ne olacak, Dadu sözünde durmadı. Burada, yapayalnız kaldım işte,” diyerek tavşanın merakını giderir. 

Tavşandan sincaba, sincaptan kelebeğe, kelebekten serçeye, sonunda Vadu’nun söyledikleri serçenin vasıtasıyla Dadu’ya ulaşır. Ancak aktarılan, Vadu’nun söylediğinden bambaşkadır. Dadu, Vadu’yu terk etmiştir; Dadu, bencil ve hiç sözünde durmayan biri olduğu için artık dost değillerdir. Duydukları karşısında neye uğradığını şaşıran Dadu gözyaşlarına boğulur. Üstelik Dadu sözünde durmamazlık etmemişti; gerçek bambaşkadır... Neyse ki araya bilge baykuş girecektir. Üstelik iki dostun birbirlerine olan sevgisi de dedikoduları aşacak güçtedir.

Dedikodu, ilk anda yalnızca yetişkinler arasında olur diye düşünürüz. Ancak, özellikle 8-9 yaşlarındaki çoçuklar arasında da dedikodu oldukça yaygın. Amerikalı bir psikolog bazı çocukların nadiren dedikoduyu başlatan taraf olsa da dinlemekten ve bunları aktarmaktan kendilerini alamadıklarını söylüyor. Uzmanlar ayrıca, kimi zaman da çocukların arkadaşlarından ya da sınıfta olan bitenlerden yakındıklarını duyan anne-babaların, bunları çok dikkatle dinlemeleri ve gerçekle-dedikodu arasındaki farkı çocuklara göstermelerinin gerekliliğini vurguluyor. Çocuğu duygusal olarak etkileyebilecek, hatta kimi zaman uzmanların da işaret ettiği gibi sonuçlarının fiziksel boyuta da taşınabileceği dedikodu karşısında dikkatli olunması önemli. Bu nedenle çeşitli uzmanlar çocuğun dedikodu yapmasını ya da bunun çocuğa zarar vermesini önleyici pek çok öneride bulunuyorlar. 

Ayfer Gürdal Ünal’ın kitabı tam da bu noktada ayrıca çok önemli. İki iyi arkadaş Vadu ile Dadu’nun arası, tamamen kendilerinin dışında gelişen olaylar sonucu açılıyor. Neyse ki; ne duymuş ya da ne olduğunu düşünmüş olurlarsa olsunlar, birbirlerini çok seven ve önemseyen bu iki arkadaş için dostlukları daha önemlidir.    

Ayfer Gürdal Ünal’ın yazdığı, Gözde Bitir’in resimlediği Minik Ayı Vadu – Ormandaki Dedikodu, Can Çocuk Yayınları tarafından yayımlanıyor. Ünal, web sitesinde bu kitabın 6-9 yaş grubu için yararlı olduğunu belirtiyor.

Minik Ayı Vadu dizisinin diğer kitaplarını da yine Can Çocuk Yayınları arasında bulabilirsiniz.


Tülin Sadıkoğlu