24 Ocak 2016 Pazar

Mahalle Sineması

Küçük kız, arkadaşı Emre’yle sinemaya gidecektir; ama parası yoktur. Babası da para vermeye yanaşmaz. Küçük kız, üzgün bir halde evinin yakınındaki kaldırımda kendisini bekleyen Emre'nin yanına gider. Sinemaya gidemedikleri için dertleşirlerken akıllarına Adana’dan gelen ve “Artist Kenan” dedikleri Kenan Amca gelir. Adana’da sineması olan, ancak sinemasını kapatıp hikâyemizin kahramanlarının mahallesine taşınan Kenan Amca’nın hangi nedenlerle her şeyi bırakıp geldiğini kimse bilmez. Ama bir film makinesi ve makaralarca da filmi vardır! Böylece çocuklar Kenan Amca’yı ziyaret etmeye karar verirler.

İki çocuğu da içtenlikle karşılayan Kenan Amca, sanki onların istediği şeyi biliyormuşcasına makineye bir çizgi film koyar. O kadar eğlenirler ki gülmekten ikisinin de kasıklarına ağrılar girer. Çizgi film bittikten sonra onlara kendinden bahseder, Kenan Amca. Adana’da sinemasının yanı sıra iki çocuğu vardır...

Küçük kız, bir ara Kenan Amca’nın boynuna sıkı sıkı sardığı atkının nedenini merak eder. Hastadır, Kenan Amca; ama onlarla birlikte çalışırsa belki de eski gücünü kazanacağını söyler. Ne mi yapacaklar? Hep birlikte mahallede bir sinema kuracaklardır. Çocuklar buna çok sevinirler ve hemen bir yer bularak burayı sinema salonu haline getirirler. Kenan Amca, bilet satabilmeleri için onlara bir koçan verir. Hatta afişlerini bile yaparlar. İlk gösterecekleri film 101 Dalmaçyalı olacağı için afişe 101 “beyaz üzerine kara puanlı köpek yavrusu başı” çizerler. İlk gösterim günü gelip çatar. Gerçi biletleri yer sayısına göre satmayı düşünmemişlerdir. Biletli de olsa gelenlerden bazıları ayakta kalmıştır. Ama her şey çok iyi gider. Gelen herkes çok mutludur. O günden sonra film gösterimlerini her gün düzenli olarak sürdürürler.

Günün birinde postacının getirdiği bir mektup her şeyi değiştirecektir... Nasıl mı? Kitabı okuyunca göreceksiniz...

“Mahalle Sineması”, Sevim Ak’ın aynı adlı öykü kitabında yer alıyor. Çocuklar şimdilerde ne kadar sinemaya gidiyorlar, emin değilim; ama film makinesinin ya da film makarasının ne olduğunu büyük olasılıkla bilmiyorlardır. Sevim Ak’ın kitaplarındaki en değerli özelliklerden biri de bu: Unuttuğumuz, geçmişte kalan, kimi zaman da yaşamın hızından es geçtiğimiz duyguları, nesneleri, yerleri çocuklara göstermesi, yetişkinlere de hatırlatması. Belki de bu yüzden öyküleri, romanları yediden yetmişe her okurunu bir yerden mutlaka yakalıyor.  

Çocukların çok sevdiği, her kitabını heyecanla beklediği değerli yazar Sevim Ak’ın yazdığı, Behiç Ak’ın resimlediği Mahalle Sineması'nda başka öyküler de var. Hepsi sinema üzerine değil elbette: Ayakkabı Tamircisi, Kuşlar Kralı Nikola, Pembe Hala, Yeni Moda Kuaför, Elma Kokulu Kadın, Çiçekli Kadın, Bütün Yollar Roma’ya Çıkar, Bisikletli Postacı, Mavi Eşofmanlı Adam diğer öyküleri.

Can Çocuk Yayınları tarafından yayımlanan Mahalle Sineması, 7 yaş ve üstü genç okurlar için öneriliyor.


Tülin Sadıkoğlu

18 Ocak 2016 Pazartesi

Dino Buzzati'den Yaşlı Ormanın Gizemi

Yüzyıllardan beri herkes Yaşlı Orman'ın diğerlerinden ayrıştığının farkındaydı. Hiç kimse onu farklı kılanın ne olduğunu açık açık dile getiremezdi, insanlar kendilerine bile itiraf edemiyordu; yine de bu "başka"lık hali herkesin ortak kanısıydı.

İtalyan yazar Dino BuzzatiYaşlı Ormanın Gizemi kitabının öznesi olan ormanı işte böyle tanımlıyor. Başkalığının herkes tarafından onaylandığı bir orman. Her ağacın bir cininin olması bu cinlerin form değiştirerek başka varlıklara dönüşmesi farklı bir şekilde açıklamaz elbet. 

Antonio Morro ölürken ardında, miras olarak, büyük bir orman arazisi ve iki mirasçı bırakır: Albay Sebastiano Procolo ve yeğeni Benvenuto. Amca yeğen birbirinin zıt özelliklere sahiptir. Albay ne kadar güçlü kuvvetli biriyse yeğeni de o kadar zayıftır. Ancak bu çocuğun ormandakilerle güzel bir ilişkisi vardır.

Benvenuto yatılı okulda okuduğu için amcası onunla ilgilenmek için fazla bir çaba göstermez. Nedense Albay daha büyük arazinin yeğeninin payına düştüğü hissine kapılır ve içten içe çocuğa karşı bir kötü duygular besler. Yeğenin başına bir şey gelmesini ve ona ait ormanın da kendinin olmasını düşünür ve diler. Sadece dilemekle de kalmaz bunun için farklı niyetlerini de dillendirmekten kaçınmaz. 

Antonio Morro, sahip olduğu ormana fazla zarar vermeden arazisinden faydalanmış biriyken Albay'ın niyetinin böyle olmadığı orman sakinleri tarafından hissedilir. Albay'ı bu arzularından vazgeçirmekte zorlanacaklarını hissederler.

Yaşlı Orman'ın sırrını ve tadını önyargı bilmeyen çocuklar çıkarmaktadır ki Benvenuto da bunlardan biridir. Orman çocuklar geldiğinde bambaşka bir canlılığa bürünür ve bu büyüklerin de dikkatinden kaçmaz. Yalnız orman sakinleri bu Benvenuto'nun da büyüdüğünde çocukluğunu ve bu duygularını geride bırakacağını ve kendisiyle kurduğu ilişkiyi hatırlamayacağını düşünürler. Tıpkı bir zamanlar çocuk olduğunu unutan her erişkin gibi...

Buzatti her yazdığını zevkle okuduğum yazarlardan biri. Yaşlı Ormanın Gizemi yazarın fantezi dünyasının güzel bir ürünü. Yerda Gürlek'in çevirdiği Timaş Yayınları etiketi ile piyasaya çıkan kitap 14 yaş üstü genç okurlara ve tüm edebiyatseverlere hitap ediyor.

Ebru Akkaş

12 Ocak 2016 Salı

"Çocuk Dünyasına Yolculuklar"da ikinci durağımız: Engellilik


Robinson Crusoe 389 ile birlikte gerçekleştirdiğimiz “Çocuk Dünyasına Yolculuklar”ın ikinci durağında konumuz “Engellilik”ti. Konuşmacılarımız ise değerli yazar ve akademisyen Ayfer Gürdal Ünal ile eğitim antropoloğu olmak üzere tez aşamasında olan ve bir süre öğretmenlik yapan Seben Ayşe Dayı idi.


Konuşmacılarımız çok değerli bilgiler aktardılar. Katılımcılarımız da yorumları ve sorularıyla engellilik konusuna farklı boyutlar kazandırdılar. Örneğin, toplumun engelli çocukların ailelerine yaklaşımı, ailelerin tutumu başlı başına bir sohbet, tartışma konusu olabilirdi. Değerli çocuk kitabı yazarı Nemika Tuğcu da Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarını “ben” anlatıcıyla yazdığını; çünkü yaşadıkarının kendi yaşadığı şeyler olduğu bilgisini paylaştı. Sevgili Nemika Tuğcu bu katkısıyla, engelli karakterlerin yer aldığı kitaplarda anlatıcının kim olduğunun önemine, anlamına vurgu yapmış oldu.  

Bu muhteşem sohbetin tamamını buraya sığdırmak mümkün değil, ancak çok geniş bir özetini aşağıda aktarıyoruz:

Çocuk kitabı yazarı ve akademisyen Ayfer Gürdal Ünal, konuşmasına yüksek lisans tezi için neden engellilik konusu seçtiğini anlatarak başladı. Toplumu acıtan iki konu olduğunu; bunlardan birinin ensest, diğerinin engellilik olduğunu söyledi. Tez danışmanının yönlendirmesiyle engellilik çalışmaya başlayan Ayfer Gürdal Ünal, uzun bir edebiyat tarihimiz olmasına karşın hiç kimsenin engellilik çalışmamış olmasının dikkatini çektiğini belirtti. Hiç araştırılmamış bir konu olduğu için de kaynağa ulaşmakta zorluk yaşadığını ekledi.


Ayfer Gürdal Ünal, toplumumuzun yüzde 12’sinin engelli olduğunu ve bunun da 8,5 milyon engelliye tekabül ettiği bilgisini verdi. Özellikle aileleriyle birlikte düşünüldüğünde etkilenen insan sayısı da fazla olmaktaydı. Engelliliğe iki modelden bakıldığını söyledi: Tıbbı Model ve Sosyal Model. Tıbbi modelde, engelli, bir hasta olarak algılanırken, sosyal modelde engellilik durumu bir toplumsal sorun olarak ele alınmaktaydı.

Ünal, engelliliğe bakışı belirleyen üç sosyo-kültürel kuram olan Erving Goffman’ın Damga Kuramı, Mary Douglas’ın Kir Kuramı ve Michel Foucault’nun Biyo-iktidar ve İtaatkâr Bedenler Kuramı’nı örnek kitaplarla açıkladı.

Ünal, araştırmasını 1969–2009 yılları arasında yazılmış ve erişilebilen, içinde engelli karakter bulunan 40 kurgusal anlatı üzerinden gerçekleştirdiğini ve  40 anlatının içinde yer alan engelli karakterlerin ağırlıklı olarak ortopedik engelli olduğunu belirtti. 24 ortopedik engelliyi, 9 görme engelli, 6 işitme engelli, iki kambur, iki zihinsel engelli, bir epileptik ile bir doğuştan büyük baş ve çirkin yüzlü karakterin izlediğini aktardı. Eserleri incelerken aile, okul, arkadaş çevresi, dış dünya, iç dünya, dil ve ideoloji üzerinden değerlendirdiğini ifade eden Ünal, engelli karakterlerin bulunduğu kitapların halen çok az oluşunun ve engelli temalı kitaplara ilişkin bibliyografyanın olmamasını bir eksiklik olarak gördüğünü ifade etti.

Ayfer Gürdal Ünal, geçmişten günümüze, engelli karakterlerin olduğu kitaplardaki paradigma değişikliklerini Kemalettin Tuğcu, Hüseyin Ergül, Zeynep Cemali, Sevim Ak, Melike Funda Koçak, Yalvaç Ural, Mavisel Yener, Ayla Çınaroğlu, Feridun Oral’ın yazdığı kitaplar üzerinden örnekler vererek değerlendirdi. Ünal, ayrıca iyi bir eserde bulunması gereken özellikleri de aktardı. Anlatıcının kim olduğundan, yazarın anlatıcı seçimine dair bilgilerden, engelli ana karakterler ve yardımcı karakterlerin özelliklerine kadar pek çok konuda ayrıntılı bilgi verdi. Özellikle, engelliye bakış açısını nesilden nesile geçiren dil üzerinden engelliliğe bakışın nasıl belirlendiğini anlattı.
Konuşmasının sonunda, Ünal, pasiften aktife, pencere arkasından yaşamın içine doğru giden bir engellinin ortaya çıktığını; bir paradigma değişiminin olduğunu belirtti ve dilin engelliyi algılamakta önyargı yaratan rolü konusunda bir farkındalık gelişmesi gerektiğini; küçük yaş grubu için de eserlerin üretilmesi zorunluluğunu, yanı sıra ders kitaplarında bir iyileşmeye gidilmesinin gerekli olduğunu vurguladı.

Seben Ayşe Dayı, edebiyattaki engelli imgesiyle ilgili bilgilerden sonra konuşmasına gülerek, “Benim aslında o zamanlarda roman gibi bir hayatım vardı,” diye başladı.


Seben Ayşe Dayı, söz konusu olanın bakmak ve görmek olayı olduğunu söyledi. Engelliliğin bir durum olduğunu ve bizim bunu kabul edemediğimizi belirtti. Tek çarenin duyguyu bir yana koyup mantıksal açından bakmaya çalışmak olduğunu ifade eden Dayı, engellilere gerekenin sosyal hayatın düzenlenmesi olduğunun altını çizdi. Ancak bunun için de hukuk sisteminin doğru işlemesi ve hukuk sisteminin doğru işlemesi için de topluma temel eğitimin verilmesi gerektiğini ifade etti. 

Ayfer Hanım’ın bahsettiği kitaplardaki algı çok vahim, ama bu kitapları bile kaç kişinin okuduğu ayrı bir soru işareti.”

Dayı, engelli karakterlerin kitaplardaki yansımalarının yanı sıra toplum içerisindeki algıya da değindi: “Bu bence sadece engellilikle, tırnak içinde, normal biri arasında değil. Sorun şurada, birbirimizi anlamıyoruz. Anlamak istemiyoruz. Yani, toplumda daha çok şöyle bakılıyor. Bu engelli ve benim hayatıma müdahale etmesin yeter. Ama onun ne yapacağı ya da onun kariyeri ya da onun duyguları pek bizi ilgilendirmiyor. Ya da şöyle ilgilendiriyor: ‘Aaa, evet, ben bugün bir engelliye yardım ettim.’ Etme arkadaşım, etme, yardım mardım istemiyoruz. Sen normal yaşamının içinde saygı çerçevesinde yaşamaya devam et, ben zaten yaşıyorum.”

Dayı, eğitim antropolojisi öğrenimi sırasında çalıştığı okulda, çocuklarla birlikte edindiği deneyimleri paylaştı. Öncelikle, çocuklarla engelli bir bireyin bir arada olması ya da çocukların engelliyle aynı sınıfta okumasının aslında bir çocuk için kolay olduğunu; çünkü, dışarıdan bir müdahale yoksa çocukların ast-üst algılarının henüz gelişmediği için engelliyi, “O da böyle,” diyerek içine aldıklarını ifade eden Dayı, daha sonra, öğretmen-öğrenci ilişkisi içerisinde çocukların kendisine dair algısından bahsetti. Eğitim antropolojisi öğrenimi doğrultusunda kendisinden çocuk-engelli ilişkisi üzerine çalışma yapması istenen Dayı, bunun yerine hiçbir şey yapmamayı tercih etmiş. Yalnızca okula gidip sınıflarda gözlem yapıp ders anlatmış. Dayı, bir çocuğun bir engelliyi öğretmen, yani hiyerarşik olarak, “tırnak içinde” ondan üst bir noktada görmesinin muazzam bir şey olduğunu ifade etti: “Ne yapacağını şaşırıyor, çünkü bilgiyi alacak ama bilgiyi alacağı insan, tırnak içinde, mükemmel insan olması gerekirken tahtaya yazı yazamayan biri var önünde. Biz altıncı ayın sonunda matematik dersini öyle işliyorduk: Biri kalkıyordu, ‘Ya, bunu ben yazacağım; Seben’in yazmanı olacağım,’ diyordu. Çocuklar yazıyordu, ben anlatıyordum. Böyle bir hâle gelmiştik. Çocuklar öğretmenlerinden bilgiyi almak ve bir yerde de benimle yaşamak için kendi çözüm yollarını geliştirdiler ve bunun için hiçbir şey yapmadık. Ben süreç içinde engelimin ne olduğunu anlattım.”

Sen kendini açmazsan o insanlar zaten seni anlamıyor. Halihazırda bir duvar var. Sen de bir duvar ördüğün zaman o insanlar kendi duvarlarını da kırmıyor.

Dayı, okuldaki ilk gün yaşadıklarını aktardı: “İlk günümüz şöyle geçti, hiç unutmayacağım bir şey; diyorum ya, engellilerin de kendilerine dokundurmaya izin vermesi gerek. Birinci sınıfta beni yere yatırdılar ve dokundular. ‘Bir gariplik var, ama nerede.’ Toplumda engellinin kendini normal görmesi için buna izin vermesi gerekiyor. Bizim engellilerimizde o izni veren kimse yok. Sen kendini açmazsan o insanlar zaten seni anlamıyor. Halihazırda bir duvar var. Sen de bir duvar ördüğün zaman o insanlar kendi duvarlarını da kırmıyor. Aslında ben bu konuya çok fazla, tırnak içinde, normal insanların cezalandırılarak bakılmasına da karşıyım. Önce engelliler bir parça kendilerinin de gerçekten neyi ne kadar yaptıklarına bakmalılar. Gerçi, bu, edebiyat eserlerindeki engelli algısının fecaatliğini de değiştirmiyor; ama engelliler de kendilerini çektikçe o algı büyüyerek anormal bir şeye bürünüyor.”

Toplumda engellilik farkındalığı algımızda da bir sorun var. Farkındalık ama o farkındalığa hangi boyuttan bakıldığı konusunda da bir yanlış bakış açımız olduğu için yanlış farkındalıklar üretip yine yanlış sonuçlar alıyoruz.”

Seben Ayşe Dayı, sorulan bir soru üzerine, çocuklarla birlikte içinde engelli karakterlerin olduğu bir kitabı sınıfta okumadıklarını; çünkü onların zaten kendisiyle birlikte yaşadıklarını ifade etti. Ancak içinde engelli karakterlerin olduğu kitapları okuyan ve gelip kendisiyle bu kitaplardaki karakterleri tartışan çocuklar olduğunu belirtti. Dayı, çocukların kitapta okudukları engelli karakterlerle kendi deneyimlerinin farklı olduğunu söyledi. “Farklı çünkü benimle yaşıyor ve benim ona göre küçük yardımlara belki ihtiyacım oluyor; ama ben onun öğretmeniyim ve arkadaşıyım. Kitapta bedbaht ya da yardıma muhtaç biri olarak anlatılınca çocuklar bunu saçma buluyor.” Dayı, tam da bu nedenle engellinin yaşamın içine girdiği takdirde algının düzeleceğini vurguladı.

Ders kitaplarında kullanılan görsellerin ne kadar kötü olduğuna dikkat çeken Dayı, “Koymayın daha iyi, anlatmayın daha iyi; çünkü anlatmadığınızda aslında sorun zaten kendiliğinden çözülecek. Şu var; toplumlar birlikte yaşamak üzere kurulmuş organizmalardır. Bir toplumu kendi haline bıraktığınızda zaten içindeki her türlü farklı yapıyı konumlandırır. Engelliliğe de toplumun üstünden çok fazla müdahelemiz var. Mesela köylerde çocuklarını ağaca bağlayan, zincirleyen, evlere kapatan insanlar vardır ya, biz onlara, ‘aman tanrım’ diye bakarız. Ben öyle üç aileyle konuştum. Bana ne dediler biliyor musunuz: ‘Ah, be yavrum; ben niye çocuğumu ağaca bağlamak isteyeyim. Ama ben tarladayken o kendine zarar verecek, ondan korkuyorum.’ Aslında bence bu küçük topluluklardaki engelliye bakışı da toplum olarak yanlış görüyoruz.”

Seben Ayşe Dayı, sözlerini şöyle sonlandırdı:

“Benim çocuklarım, üç sene birlikte olduğum çocuklar, geçen sene tez yazacağım için okuldan ayrılırken bana şunu dediler: Biz seni tanıdıktan sonra insanlardan korkmamaya başladık. E dedim, bu; yapmak istediğim buydu.


Siz kendinizi görünür kılmazsanız, evet, sizden korkulur. Siz olduğunuz gibi sahneye çıkın ve onlar sizi o zaman alkışlayacak. Siz sahneye çıkmıyorsunuz. Ha, o sahneye çıkmak zor. Ülkede bir sürü engel var, ama çık yani, düşersen de düşersin. Risk alma konusunda da bizim toplum olarak çok fazla çekincemiz var. Hele engelli olarak risk almak, aman yani sakın, ama alacaksın o riski. Çünkü o gün alacağın o risk senin bütün hayatını şekillendirecek.


Fotoğraflar: Robinson Crusoe 389 

11 Ocak 2016 Pazartesi

Elma Ağacında Bir Büyükanne

Sokaktaki bütün çocukların bir büyükannesi vardı. Hatta bazılarının iki. Bir tek Andi büyükannesizdi ve bu onu çok üzüyordu.

Andi, arkadaşı Gerhard’a o gün elma ağacının üzerine çıkıp çadır kurmayı önerir. Ancak Gerhard, büyükannesiyle birlikte atlıkarıncaya gideceklerini söyler. Andi, onları birlikte hayal eder. Bir başka arkadaşına, Robert’a da aynı teklifi yapacak olur; ama onun da Amerika’dan büyükannesi gelecektir. Bir büyükannesinin olmamasına hayıflanan Andi annesine de söylenir. Annesi, Andi’nin hissettiği bu eksikliği onun bir büyükanneden bekleyeceği tüm beklentilerini yerine getirerek gidermeye çalışır. Hatta, annesi albümden çıkardığı bir fotoğrafı çerçeveye yerleştirir ve piyanonun üstüne koyar. Fotoğraftaki; altından kısa, beyaz lüle lüle saçların taştığı tüylü şapkası, kolunda çiçeklerle süslü çantası ve altından iç çamaşırının dantel uçlu paçalarının sarktığı uzun ve eski tarzdaki elbisesiyle Andi’nin büyükannesidir. İşte, Andi’nin bir gün tek başına elma ağacına çıktığında karşılaşacağı tam da bu büyükannedir.

Birlikte neler yapmazlar ki... Kimi zaman büyükannesi sekiz yaşındaki Andi’den daha sakınmasız davranmaktadır. Bu, tam da Andi’nin hayal ettiği bir büyükannedir...





Andi için değil, ama ailesi için sorun tam da buradadır. Andi’nin hayalindedir büyükanne, ama sanki gerçekten varmış gibi davranır zaman zaman. Büyükannesinden vaz geçmek de istemez Andi; çünkü birlikte inanılmaz yolculuklara çıkarlar. Ta ki bir gün tombul, kır saçları ortadan ikiye ayrılmış, sevgi dolu kahverengi gözleri olan Bayan Fink’le karşılaşana kadar.

Avusturyalı yazar Mira Lobe’nin yazdığı, Susi Weigel’in resimlediği ve Genç Osman Yavaş’ın Türkçeleştirdiği Elma Ağacında Bir Büyükanne, Final Kültür Sanat Yayınları tarafından yayımlanıyor.

Mira Lobe, büyükannesinin gerçek hayattaki yokluğunu hayal gücünün yarattığı muhteşem bir büyükanneyle gidermeye çalışan Andi’nin gerçek dünyadan çok da kopmayan fantezi dünyasını okurlarına oldukça eğlenceli ve yumuşak bir şekilde aktarıyor. Susi Weigel’in resimleri ise öykünün duygusunu aktarmakta oldukça başarılı.  

Kitabı, 8 yaş ve üstü çocuklar için önerebiliriz.


Tülin Sadıkoğlu

5 Ocak 2016 Salı

Edward Tulane ve Mucizevi Yolculuk

Abilene, porselen tavşanını giydiren, onunla konuşan, okula giderken onu pencerenin önüne koyup yolunu gözleten bir çocuktur. Büyüklerin sadece "oyuncak" olarak gördükleri bu porselen tavşan Abilene için bundan daha fazla şey anlam ifade eder. Ona canlıymış gibi davranır. 

Abilene'e büyükannesi tarafından hediye edilen bu oyuncağın adı Edward'dır. Edward konuşulanları dinler, geceleri gözlerini kapayamadığı için uyuyamaz ama yıldızları seyreder.

Bir akşam büyükannesi Abilene'e, sanki sırf Edward dinlesin diye, sevmeyi bilmeyen bir prensesin masalını anlatır. Masalın sonu, dinleyenleri şaşırtır. Edward bu masalla büyükannenin ona bir şeyler anlatmak istediğini düşünmek yerine masalın saçmalığından dem vurur. 

Abilene oyuncağına o kadar düşkündür ki oyuncakla oynama yaşı geçmesine rağmen çıkacakları bir seyahatte Edward'ı yanına almadan duramaz. Edward da gemi ile yolculuk yapacağı için heyecanlıdır. Macerası da işte tam burada başlar. Onunla alay eden çocukların ellerine düşer ve kendini suyun derinliklerinde bulur. 

Ağa takılıp yüzeye çıktığında bir balıkçı sahiplenir onu. Yolculuğu burada bitmez. Güzel günleri yine hazinli bir son bekler. Son, yine yeni bir başlangıç olur. Edward'ın aklına böyle zamanlarda Abile'nin büyükannesinin anlattığı masal gelir. Çıktığı yolculuk kendini tanımasını sağlar ve yolculuğu başlangıç noktasına yakın bir yerde son bulur.

Kate DiCamillo'nun sevmeyi öğrenebilmenin mümkün olduğu fikri üzerine kurulu bu romanı  New York Times'ın çok satanlar listesinde de haftalarca yer almıştı.

Güneş Becerik Demirel'in Türkçeleştirdiği Edward Tulane ve Mucizevi Yolculuk, Mızıka Yayınları tarafından yayımlandı. Kitap 9 yaş üstü çocuklara önerilebilir.

Ebru Akkaş