Robinson Crusoe 389 ile birlikte gerçekleştirdiğimiz “Çocuk Dünyasına Yolculuklar”ın ikinci durağında konumuz
“Engellilik”ti. Konuşmacılarımız ise değerli yazar ve akademisyen Ayfer Gürdal Ünal ile eğitim
antropoloğu olmak üzere tez aşamasında olan ve bir süre öğretmenlik yapan Seben Ayşe Dayı idi.
Konuşmacılarımız çok değerli bilgiler aktardılar.
Katılımcılarımız da yorumları ve sorularıyla engellilik konusuna farklı
boyutlar kazandırdılar. Örneğin, toplumun engelli çocukların ailelerine
yaklaşımı, ailelerin tutumu başlı başına bir sohbet, tartışma konusu
olabilirdi. Değerli çocuk kitabı yazarı Nemika Tuğcu da Kemalettin Tuğcu’nun
kitaplarını “ben” anlatıcıyla yazdığını; çünkü yaşadıkarının kendi yaşadığı
şeyler olduğu bilgisini paylaştı. Sevgili Nemika Tuğcu bu katkısıyla, engelli
karakterlerin yer aldığı kitaplarda anlatıcının kim olduğunun önemine, anlamına
vurgu yapmış oldu.
Bu muhteşem sohbetin tamamını buraya sığdırmak mümkün
değil, ancak çok geniş bir özetini aşağıda aktarıyoruz:
Çocuk kitabı yazarı ve akademisyen Ayfer Gürdal Ünal,
konuşmasına yüksek lisans tezi için neden engellilik konusu seçtiğini anlatarak
başladı. Toplumu acıtan iki konu olduğunu; bunlardan birinin ensest, diğerinin
engellilik olduğunu söyledi. Tez danışmanının yönlendirmesiyle engellilik
çalışmaya başlayan Ayfer Gürdal Ünal, uzun bir edebiyat tarihimiz olmasına
karşın hiç kimsenin engellilik çalışmamış olmasının dikkatini çektiğini
belirtti. Hiç araştırılmamış bir konu olduğu için de kaynağa ulaşmakta zorluk
yaşadığını ekledi.
Ayfer Gürdal Ünal, toplumumuzun yüzde 12’sinin engelli
olduğunu ve bunun da 8,5 milyon engelliye tekabül ettiği bilgisini verdi.
Özellikle aileleriyle birlikte düşünüldüğünde etkilenen insan sayısı da fazla
olmaktaydı. Engelliliğe iki modelden bakıldığını söyledi: Tıbbı Model ve Sosyal
Model. Tıbbi modelde, engelli, bir hasta olarak algılanırken, sosyal modelde
engellilik durumu bir toplumsal sorun olarak ele alınmaktaydı.
Ünal, engelliliğe bakışı belirleyen üç sosyo-kültürel
kuram olan Erving Goffman’ın Damga Kuramı, Mary Douglas’ın Kir Kuramı ve Michel
Foucault’nun Biyo-iktidar ve İtaatkâr Bedenler Kuramı’nı örnek kitaplarla
açıkladı.
Ünal, araştırmasını 1969–2009 yılları arasında
yazılmış ve erişilebilen, içinde engelli karakter bulunan 40 kurgusal anlatı
üzerinden gerçekleştirdiğini ve 40
anlatının içinde yer alan engelli karakterlerin ağırlıklı olarak ortopedik
engelli olduğunu belirtti. 24 ortopedik engelliyi, 9 görme engelli, 6 işitme
engelli, iki kambur, iki zihinsel engelli, bir epileptik ile bir doğuştan büyük
baş ve çirkin yüzlü karakterin izlediğini aktardı. Eserleri incelerken aile,
okul, arkadaş çevresi, dış dünya, iç dünya, dil ve ideoloji üzerinden
değerlendirdiğini ifade eden Ünal, engelli karakterlerin bulunduğu kitapların
halen çok az oluşunun ve engelli temalı kitaplara ilişkin bibliyografyanın olmamasını
bir eksiklik olarak gördüğünü ifade etti.
Ayfer Gürdal Ünal, geçmişten günümüze, engelli
karakterlerin olduğu kitaplardaki paradigma değişikliklerini Kemalettin Tuğcu,
Hüseyin Ergül, Zeynep Cemali, Sevim Ak, Melike Funda Koçak, Yalvaç Ural, Mavisel
Yener, Ayla Çınaroğlu, Feridun Oral’ın yazdığı kitaplar üzerinden örnekler
vererek değerlendirdi. Ünal, ayrıca iyi bir eserde bulunması gereken
özellikleri de aktardı. Anlatıcının kim olduğundan, yazarın anlatıcı seçimine
dair bilgilerden, engelli ana karakterler ve yardımcı karakterlerin
özelliklerine kadar pek çok konuda ayrıntılı bilgi verdi. Özellikle, engelliye
bakış açısını nesilden nesile geçiren dil üzerinden engelliliğe bakışın nasıl
belirlendiğini anlattı.
Konuşmasının sonunda, Ünal, pasiften aktife, pencere
arkasından yaşamın içine doğru giden bir engellinin ortaya çıktığını; bir
paradigma değişiminin olduğunu belirtti ve dilin engelliyi algılamakta önyargı
yaratan rolü konusunda bir farkındalık gelişmesi gerektiğini; küçük yaş grubu için
de eserlerin üretilmesi zorunluluğunu, yanı sıra ders kitaplarında bir
iyileşmeye gidilmesinin gerekli olduğunu vurguladı.
Seben Ayşe Dayı, edebiyattaki engelli imgesiyle ilgili
bilgilerden sonra konuşmasına gülerek, “Benim aslında o zamanlarda roman gibi
bir hayatım vardı,” diye başladı.
Seben Ayşe Dayı, söz konusu olanın bakmak ve görmek
olayı olduğunu söyledi. Engelliliğin bir durum olduğunu ve bizim bunu kabul
edemediğimizi belirtti. Tek çarenin duyguyu bir yana koyup mantıksal açından
bakmaya çalışmak olduğunu ifade eden Dayı, engellilere gerekenin sosyal hayatın
düzenlenmesi olduğunun altını çizdi. Ancak bunun için de hukuk sisteminin doğru
işlemesi ve hukuk sisteminin doğru işlemesi için de topluma temel eğitimin
verilmesi gerektiğini ifade etti.
“Ayfer Hanım’ın bahsettiği kitaplardaki algı
çok vahim, ama bu kitapları bile kaç kişinin okuduğu ayrı bir soru işareti.”
Dayı, engelli karakterlerin kitaplardaki
yansımalarının yanı sıra toplum içerisindeki algıya da değindi: “Bu bence
sadece engellilikle, tırnak içinde, normal biri arasında değil. Sorun şurada,
birbirimizi anlamıyoruz. Anlamak istemiyoruz. Yani, toplumda daha çok şöyle
bakılıyor. Bu engelli ve benim hayatıma müdahale etmesin yeter. Ama onun ne
yapacağı ya da onun kariyeri ya da onun duyguları pek bizi ilgilendirmiyor. Ya
da şöyle ilgilendiriyor: ‘Aaa, evet, ben bugün bir engelliye yardım ettim.’
Etme arkadaşım, etme, yardım mardım istemiyoruz. Sen normal yaşamının içinde
saygı çerçevesinde yaşamaya devam et, ben zaten yaşıyorum.”
Dayı, eğitim antropolojisi öğrenimi sırasında
çalıştığı okulda, çocuklarla birlikte edindiği deneyimleri paylaştı. Öncelikle,
çocuklarla engelli bir bireyin bir arada olması ya da çocukların engelliyle
aynı sınıfta okumasının aslında bir çocuk için kolay olduğunu; çünkü, dışarıdan
bir müdahale yoksa çocukların ast-üst algılarının henüz gelişmediği için
engelliyi, “O da böyle,” diyerek içine aldıklarını ifade eden Dayı, daha sonra,
öğretmen-öğrenci ilişkisi içerisinde çocukların kendisine dair algısından bahsetti.
Eğitim antropolojisi öğrenimi doğrultusunda kendisinden çocuk-engelli ilişkisi
üzerine çalışma yapması istenen Dayı, bunun yerine hiçbir şey yapmamayı tercih
etmiş. Yalnızca okula gidip sınıflarda gözlem yapıp ders anlatmış. Dayı, bir
çocuğun bir engelliyi öğretmen, yani hiyerarşik olarak, “tırnak içinde” ondan
üst bir noktada görmesinin muazzam bir şey olduğunu ifade etti: “Ne yapacağını
şaşırıyor, çünkü bilgiyi alacak ama bilgiyi alacağı insan, tırnak içinde,
mükemmel insan olması gerekirken tahtaya yazı yazamayan biri var önünde. Biz
altıncı ayın sonunda matematik dersini öyle işliyorduk: Biri kalkıyordu, ‘Ya,
bunu ben yazacağım; Seben’in yazmanı olacağım,’ diyordu. Çocuklar yazıyordu,
ben anlatıyordum. Böyle bir hâle gelmiştik. Çocuklar öğretmenlerinden bilgiyi
almak ve bir yerde de benimle yaşamak için kendi çözüm yollarını geliştirdiler
ve bunun için hiçbir şey yapmadık. Ben süreç içinde engelimin ne olduğunu
anlattım.”
“Sen kendini açmazsan o insanlar zaten seni
anlamıyor. Halihazırda bir duvar var. Sen de bir duvar ördüğün zaman o insanlar
kendi duvarlarını da kırmıyor.”
Dayı, okuldaki ilk gün yaşadıklarını aktardı: “İlk
günümüz şöyle geçti, hiç unutmayacağım bir şey; diyorum ya, engellilerin de
kendilerine dokundurmaya izin vermesi gerek. Birinci sınıfta beni yere
yatırdılar ve dokundular. ‘Bir gariplik var, ama nerede.’ Toplumda engellinin
kendini normal görmesi için buna izin vermesi gerekiyor. Bizim engellilerimizde
o izni veren kimse yok. Sen kendini açmazsan o insanlar zaten seni anlamıyor.
Halihazırda bir duvar var. Sen de bir duvar ördüğün zaman o insanlar kendi
duvarlarını da kırmıyor. Aslında ben bu konuya çok fazla, tırnak içinde, normal
insanların cezalandırılarak bakılmasına da karşıyım. Önce engelliler bir parça
kendilerinin de gerçekten neyi ne kadar yaptıklarına bakmalılar. Gerçi, bu,
edebiyat eserlerindeki engelli algısının fecaatliğini de değiştirmiyor; ama
engelliler de kendilerini çektikçe o algı büyüyerek anormal bir şeye
bürünüyor.”
“Toplumda
engellilik farkındalığı algımızda da bir sorun var. Farkındalık ama o
farkındalığa hangi boyuttan bakıldığı konusunda da bir yanlış bakış açımız
olduğu için yanlış farkındalıklar üretip yine yanlış sonuçlar alıyoruz.”
Seben Ayşe Dayı, sorulan bir soru üzerine, çocuklarla
birlikte içinde engelli karakterlerin olduğu bir kitabı sınıfta okumadıklarını;
çünkü onların zaten kendisiyle birlikte yaşadıklarını ifade etti. Ancak içinde engelli
karakterlerin olduğu kitapları okuyan ve gelip kendisiyle bu kitaplardaki
karakterleri tartışan çocuklar olduğunu belirtti. Dayı, çocukların kitapta
okudukları engelli karakterlerle kendi deneyimlerinin farklı olduğunu söyledi.
“Farklı çünkü benimle yaşıyor ve benim ona göre küçük yardımlara belki
ihtiyacım oluyor; ama ben onun öğretmeniyim ve arkadaşıyım. Kitapta bedbaht ya
da yardıma muhtaç biri olarak anlatılınca çocuklar bunu saçma buluyor.” Dayı,
tam da bu nedenle engellinin yaşamın içine girdiği takdirde algının
düzeleceğini vurguladı.
Ders kitaplarında kullanılan görsellerin ne kadar kötü
olduğuna dikkat çeken Dayı, “Koymayın daha iyi, anlatmayın daha iyi; çünkü
anlatmadığınızda aslında sorun zaten kendiliğinden çözülecek. Şu var; toplumlar
birlikte yaşamak üzere kurulmuş organizmalardır. Bir toplumu kendi haline
bıraktığınızda zaten içindeki her türlü farklı yapıyı konumlandırır. Engelliliğe
de toplumun üstünden çok fazla müdahelemiz var. Mesela köylerde çocuklarını
ağaca bağlayan, zincirleyen, evlere kapatan insanlar vardır ya, biz onlara,
‘aman tanrım’ diye bakarız. Ben öyle üç aileyle konuştum. Bana ne dediler
biliyor musunuz: ‘Ah, be yavrum; ben niye çocuğumu ağaca bağlamak isteyeyim.
Ama ben tarladayken o kendine zarar verecek, ondan korkuyorum.’ Aslında bence
bu küçük topluluklardaki engelliye bakışı da toplum olarak yanlış görüyoruz.”
Seben Ayşe Dayı, sözlerini şöyle sonlandırdı:
“Benim çocuklarım, üç sene birlikte olduğum çocuklar,
geçen sene tez yazacağım için okuldan ayrılırken bana şunu dediler: Biz seni
tanıdıktan sonra insanlardan korkmamaya başladık. E dedim, bu; yapmak istediğim
buydu.
“Siz kendinizi
görünür kılmazsanız, evet, sizden korkulur. Siz olduğunuz gibi sahneye çıkın ve
onlar sizi o zaman alkışlayacak. Siz sahneye çıkmıyorsunuz. Ha, o sahneye
çıkmak zor. Ülkede bir sürü engel var, ama çık yani, düşersen de düşersin. Risk
alma konusunda da bizim toplum olarak çok fazla çekincemiz var. Hele engelli
olarak risk almak, aman yani sakın, ama alacaksın o riski. Çünkü o gün alacağın
o risk senin bütün hayatını şekillendirecek.”
Fotoğraflar: Robinson Crusoe 389