12 Ocak 2016 Salı

"Çocuk Dünyasına Yolculuklar"da ikinci durağımız: Engellilik


Robinson Crusoe 389 ile birlikte gerçekleştirdiğimiz “Çocuk Dünyasına Yolculuklar”ın ikinci durağında konumuz “Engellilik”ti. Konuşmacılarımız ise değerli yazar ve akademisyen Ayfer Gürdal Ünal ile eğitim antropoloğu olmak üzere tez aşamasında olan ve bir süre öğretmenlik yapan Seben Ayşe Dayı idi.


Konuşmacılarımız çok değerli bilgiler aktardılar. Katılımcılarımız da yorumları ve sorularıyla engellilik konusuna farklı boyutlar kazandırdılar. Örneğin, toplumun engelli çocukların ailelerine yaklaşımı, ailelerin tutumu başlı başına bir sohbet, tartışma konusu olabilirdi. Değerli çocuk kitabı yazarı Nemika Tuğcu da Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarını “ben” anlatıcıyla yazdığını; çünkü yaşadıkarının kendi yaşadığı şeyler olduğu bilgisini paylaştı. Sevgili Nemika Tuğcu bu katkısıyla, engelli karakterlerin yer aldığı kitaplarda anlatıcının kim olduğunun önemine, anlamına vurgu yapmış oldu.  

Bu muhteşem sohbetin tamamını buraya sığdırmak mümkün değil, ancak çok geniş bir özetini aşağıda aktarıyoruz:

Çocuk kitabı yazarı ve akademisyen Ayfer Gürdal Ünal, konuşmasına yüksek lisans tezi için neden engellilik konusu seçtiğini anlatarak başladı. Toplumu acıtan iki konu olduğunu; bunlardan birinin ensest, diğerinin engellilik olduğunu söyledi. Tez danışmanının yönlendirmesiyle engellilik çalışmaya başlayan Ayfer Gürdal Ünal, uzun bir edebiyat tarihimiz olmasına karşın hiç kimsenin engellilik çalışmamış olmasının dikkatini çektiğini belirtti. Hiç araştırılmamış bir konu olduğu için de kaynağa ulaşmakta zorluk yaşadığını ekledi.


Ayfer Gürdal Ünal, toplumumuzun yüzde 12’sinin engelli olduğunu ve bunun da 8,5 milyon engelliye tekabül ettiği bilgisini verdi. Özellikle aileleriyle birlikte düşünüldüğünde etkilenen insan sayısı da fazla olmaktaydı. Engelliliğe iki modelden bakıldığını söyledi: Tıbbı Model ve Sosyal Model. Tıbbi modelde, engelli, bir hasta olarak algılanırken, sosyal modelde engellilik durumu bir toplumsal sorun olarak ele alınmaktaydı.

Ünal, engelliliğe bakışı belirleyen üç sosyo-kültürel kuram olan Erving Goffman’ın Damga Kuramı, Mary Douglas’ın Kir Kuramı ve Michel Foucault’nun Biyo-iktidar ve İtaatkâr Bedenler Kuramı’nı örnek kitaplarla açıkladı.

Ünal, araştırmasını 1969–2009 yılları arasında yazılmış ve erişilebilen, içinde engelli karakter bulunan 40 kurgusal anlatı üzerinden gerçekleştirdiğini ve  40 anlatının içinde yer alan engelli karakterlerin ağırlıklı olarak ortopedik engelli olduğunu belirtti. 24 ortopedik engelliyi, 9 görme engelli, 6 işitme engelli, iki kambur, iki zihinsel engelli, bir epileptik ile bir doğuştan büyük baş ve çirkin yüzlü karakterin izlediğini aktardı. Eserleri incelerken aile, okul, arkadaş çevresi, dış dünya, iç dünya, dil ve ideoloji üzerinden değerlendirdiğini ifade eden Ünal, engelli karakterlerin bulunduğu kitapların halen çok az oluşunun ve engelli temalı kitaplara ilişkin bibliyografyanın olmamasını bir eksiklik olarak gördüğünü ifade etti.

Ayfer Gürdal Ünal, geçmişten günümüze, engelli karakterlerin olduğu kitaplardaki paradigma değişikliklerini Kemalettin Tuğcu, Hüseyin Ergül, Zeynep Cemali, Sevim Ak, Melike Funda Koçak, Yalvaç Ural, Mavisel Yener, Ayla Çınaroğlu, Feridun Oral’ın yazdığı kitaplar üzerinden örnekler vererek değerlendirdi. Ünal, ayrıca iyi bir eserde bulunması gereken özellikleri de aktardı. Anlatıcının kim olduğundan, yazarın anlatıcı seçimine dair bilgilerden, engelli ana karakterler ve yardımcı karakterlerin özelliklerine kadar pek çok konuda ayrıntılı bilgi verdi. Özellikle, engelliye bakış açısını nesilden nesile geçiren dil üzerinden engelliliğe bakışın nasıl belirlendiğini anlattı.
Konuşmasının sonunda, Ünal, pasiften aktife, pencere arkasından yaşamın içine doğru giden bir engellinin ortaya çıktığını; bir paradigma değişiminin olduğunu belirtti ve dilin engelliyi algılamakta önyargı yaratan rolü konusunda bir farkındalık gelişmesi gerektiğini; küçük yaş grubu için de eserlerin üretilmesi zorunluluğunu, yanı sıra ders kitaplarında bir iyileşmeye gidilmesinin gerekli olduğunu vurguladı.

Seben Ayşe Dayı, edebiyattaki engelli imgesiyle ilgili bilgilerden sonra konuşmasına gülerek, “Benim aslında o zamanlarda roman gibi bir hayatım vardı,” diye başladı.


Seben Ayşe Dayı, söz konusu olanın bakmak ve görmek olayı olduğunu söyledi. Engelliliğin bir durum olduğunu ve bizim bunu kabul edemediğimizi belirtti. Tek çarenin duyguyu bir yana koyup mantıksal açından bakmaya çalışmak olduğunu ifade eden Dayı, engellilere gerekenin sosyal hayatın düzenlenmesi olduğunun altını çizdi. Ancak bunun için de hukuk sisteminin doğru işlemesi ve hukuk sisteminin doğru işlemesi için de topluma temel eğitimin verilmesi gerektiğini ifade etti. 

Ayfer Hanım’ın bahsettiği kitaplardaki algı çok vahim, ama bu kitapları bile kaç kişinin okuduğu ayrı bir soru işareti.”

Dayı, engelli karakterlerin kitaplardaki yansımalarının yanı sıra toplum içerisindeki algıya da değindi: “Bu bence sadece engellilikle, tırnak içinde, normal biri arasında değil. Sorun şurada, birbirimizi anlamıyoruz. Anlamak istemiyoruz. Yani, toplumda daha çok şöyle bakılıyor. Bu engelli ve benim hayatıma müdahale etmesin yeter. Ama onun ne yapacağı ya da onun kariyeri ya da onun duyguları pek bizi ilgilendirmiyor. Ya da şöyle ilgilendiriyor: ‘Aaa, evet, ben bugün bir engelliye yardım ettim.’ Etme arkadaşım, etme, yardım mardım istemiyoruz. Sen normal yaşamının içinde saygı çerçevesinde yaşamaya devam et, ben zaten yaşıyorum.”

Dayı, eğitim antropolojisi öğrenimi sırasında çalıştığı okulda, çocuklarla birlikte edindiği deneyimleri paylaştı. Öncelikle, çocuklarla engelli bir bireyin bir arada olması ya da çocukların engelliyle aynı sınıfta okumasının aslında bir çocuk için kolay olduğunu; çünkü, dışarıdan bir müdahale yoksa çocukların ast-üst algılarının henüz gelişmediği için engelliyi, “O da böyle,” diyerek içine aldıklarını ifade eden Dayı, daha sonra, öğretmen-öğrenci ilişkisi içerisinde çocukların kendisine dair algısından bahsetti. Eğitim antropolojisi öğrenimi doğrultusunda kendisinden çocuk-engelli ilişkisi üzerine çalışma yapması istenen Dayı, bunun yerine hiçbir şey yapmamayı tercih etmiş. Yalnızca okula gidip sınıflarda gözlem yapıp ders anlatmış. Dayı, bir çocuğun bir engelliyi öğretmen, yani hiyerarşik olarak, “tırnak içinde” ondan üst bir noktada görmesinin muazzam bir şey olduğunu ifade etti: “Ne yapacağını şaşırıyor, çünkü bilgiyi alacak ama bilgiyi alacağı insan, tırnak içinde, mükemmel insan olması gerekirken tahtaya yazı yazamayan biri var önünde. Biz altıncı ayın sonunda matematik dersini öyle işliyorduk: Biri kalkıyordu, ‘Ya, bunu ben yazacağım; Seben’in yazmanı olacağım,’ diyordu. Çocuklar yazıyordu, ben anlatıyordum. Böyle bir hâle gelmiştik. Çocuklar öğretmenlerinden bilgiyi almak ve bir yerde de benimle yaşamak için kendi çözüm yollarını geliştirdiler ve bunun için hiçbir şey yapmadık. Ben süreç içinde engelimin ne olduğunu anlattım.”

Sen kendini açmazsan o insanlar zaten seni anlamıyor. Halihazırda bir duvar var. Sen de bir duvar ördüğün zaman o insanlar kendi duvarlarını da kırmıyor.

Dayı, okuldaki ilk gün yaşadıklarını aktardı: “İlk günümüz şöyle geçti, hiç unutmayacağım bir şey; diyorum ya, engellilerin de kendilerine dokundurmaya izin vermesi gerek. Birinci sınıfta beni yere yatırdılar ve dokundular. ‘Bir gariplik var, ama nerede.’ Toplumda engellinin kendini normal görmesi için buna izin vermesi gerekiyor. Bizim engellilerimizde o izni veren kimse yok. Sen kendini açmazsan o insanlar zaten seni anlamıyor. Halihazırda bir duvar var. Sen de bir duvar ördüğün zaman o insanlar kendi duvarlarını da kırmıyor. Aslında ben bu konuya çok fazla, tırnak içinde, normal insanların cezalandırılarak bakılmasına da karşıyım. Önce engelliler bir parça kendilerinin de gerçekten neyi ne kadar yaptıklarına bakmalılar. Gerçi, bu, edebiyat eserlerindeki engelli algısının fecaatliğini de değiştirmiyor; ama engelliler de kendilerini çektikçe o algı büyüyerek anormal bir şeye bürünüyor.”

Toplumda engellilik farkındalığı algımızda da bir sorun var. Farkındalık ama o farkındalığa hangi boyuttan bakıldığı konusunda da bir yanlış bakış açımız olduğu için yanlış farkındalıklar üretip yine yanlış sonuçlar alıyoruz.”

Seben Ayşe Dayı, sorulan bir soru üzerine, çocuklarla birlikte içinde engelli karakterlerin olduğu bir kitabı sınıfta okumadıklarını; çünkü onların zaten kendisiyle birlikte yaşadıklarını ifade etti. Ancak içinde engelli karakterlerin olduğu kitapları okuyan ve gelip kendisiyle bu kitaplardaki karakterleri tartışan çocuklar olduğunu belirtti. Dayı, çocukların kitapta okudukları engelli karakterlerle kendi deneyimlerinin farklı olduğunu söyledi. “Farklı çünkü benimle yaşıyor ve benim ona göre küçük yardımlara belki ihtiyacım oluyor; ama ben onun öğretmeniyim ve arkadaşıyım. Kitapta bedbaht ya da yardıma muhtaç biri olarak anlatılınca çocuklar bunu saçma buluyor.” Dayı, tam da bu nedenle engellinin yaşamın içine girdiği takdirde algının düzeleceğini vurguladı.

Ders kitaplarında kullanılan görsellerin ne kadar kötü olduğuna dikkat çeken Dayı, “Koymayın daha iyi, anlatmayın daha iyi; çünkü anlatmadığınızda aslında sorun zaten kendiliğinden çözülecek. Şu var; toplumlar birlikte yaşamak üzere kurulmuş organizmalardır. Bir toplumu kendi haline bıraktığınızda zaten içindeki her türlü farklı yapıyı konumlandırır. Engelliliğe de toplumun üstünden çok fazla müdahelemiz var. Mesela köylerde çocuklarını ağaca bağlayan, zincirleyen, evlere kapatan insanlar vardır ya, biz onlara, ‘aman tanrım’ diye bakarız. Ben öyle üç aileyle konuştum. Bana ne dediler biliyor musunuz: ‘Ah, be yavrum; ben niye çocuğumu ağaca bağlamak isteyeyim. Ama ben tarladayken o kendine zarar verecek, ondan korkuyorum.’ Aslında bence bu küçük topluluklardaki engelliye bakışı da toplum olarak yanlış görüyoruz.”

Seben Ayşe Dayı, sözlerini şöyle sonlandırdı:

“Benim çocuklarım, üç sene birlikte olduğum çocuklar, geçen sene tez yazacağım için okuldan ayrılırken bana şunu dediler: Biz seni tanıdıktan sonra insanlardan korkmamaya başladık. E dedim, bu; yapmak istediğim buydu.


Siz kendinizi görünür kılmazsanız, evet, sizden korkulur. Siz olduğunuz gibi sahneye çıkın ve onlar sizi o zaman alkışlayacak. Siz sahneye çıkmıyorsunuz. Ha, o sahneye çıkmak zor. Ülkede bir sürü engel var, ama çık yani, düşersen de düşersin. Risk alma konusunda da bizim toplum olarak çok fazla çekincemiz var. Hele engelli olarak risk almak, aman yani sakın, ama alacaksın o riski. Çünkü o gün alacağın o risk senin bütün hayatını şekillendirecek.


Fotoğraflar: Robinson Crusoe 389 

1 yorum:

  1. Çok yararlı ve eğitici bir program olmuş, katılanları tebrik ederim

    YanıtlaSil