28 Mart 2016 Pazartesi

Gergedanlar Krep Yemez

Anne-babası Begüm’ü çok sever, ancak bazen Begüm kendisini dinlemediklerini düşünür. Akvaryumdaki balığın kendisiyle konuştuğunu, sonra da uzaylıları gördüğünü söyler, mesela; ama aldığı yanıt, “Evet tatlım, çok güzel ama bunu daha sonra konuşalım mı?” olur. Ancak bir gün öyle bir şey olur ki...

Her sabah olduğu gibi mutfakta kahvaltı yapan Begüm, arkasından, büyük, mor bir gergedanın geçtiğini ve masadaki tabaktan bir krep alıp yediğini görür. Hemen annesinin yanına gidip ona ne gördüğünü anlatmaya çalışır. Ancak hem telefonda, hem de bilgisayar başında olan annesi Begüm’ü tam dinlemeden onun bir örümcekten korktuğunu zanneder. Bunun üzerine babasının yanına gider. Kollarında kocaman bir çamaşır sepeti olan babası ise Begüm’e örümceğin biraz bekleyebileceğini, az sonra geleceğini söyler. Begüm, söz konusu olanın bir örümcek olmadığını; kocaman, mor bir gergedan olduğunu anlatmaya çalışır ama boşuna... Annesi ve babası onu dinlemez...


Günler geçtikçe Begüm, gergedanla evin her yerinde karşılaşmaya başlar: Koridorda, bahçedeki çamaşırların arasında, hatta tuvalette... Her seferinde de anne-babasına evde mor bir gergedan olduğunu söylemeye çalışır, ama ikisi de Begüm’ün ne söylediğini duymazlar. Böylelikle Begüm,yavaş yavaş, gergedanla arkadaşlık etmeye başlar. Birlikte parkta oyun oynarlar, mutfakta pizza yaparlar, salonda birbirlerini gıdıklayıp şakalaşırlar. Anne-babası bütün bu olup bitenlerin farkında değildir; ta ki krepler kaybolana dek. Bir tabak krebin bittiğini gören Begüm’ün babası homurdanarak krepleri kimin yediğini sorar. Begüm, mor gergedanın yediğini söylediğinde, hatta tam yanlarından geçtiğini işaret ettiğinde bile ona inanmazlar. Gülerek, gergedanların evlerde değil, hayvanat bahçelerinde ya da doğada yaşadığını söylerler.




Begüm, anne-babası onu dinlemediği için çok üzgündür. Her ikisinin de kendisinden çok uzak olduğunu düşünür. Onu dinleyen ve üzüntüsünü paylaşan gergedanın da ailesi çok uzaktadır. Begüm, bunu fark edince gergedana sarılır. İkisi birbirlerini teselli ederler. Hatta Begüm, bütün gece, gergedanı evine ulaştırmanın yollarını düşünür...


Ertesi sabah, annesi ve babası ona sürpriz yaparak hayvanat bahçesine gideceklerini söylerler. Belki de Begüm’ün mor gergedanla ilgili anlatmaya çalıştıkları bunda etkili olmuştur. Ancak hayvanat bahçesine gittiklerinde Begüm’ün annesi ve babası onun doğru söylediğini anlayacaklar ve kızlarını şimdiye kadar dinlemeleri gerektiğini fark edeceklerdir. Üstelik mor gergedan da kendi ailesine kavuşacaktır.


Her şey yolunda gibidir. Son sayfadaki sürprizi görene dek...


Anna Kemp’in yazdığı, Sara Ogilvie’nin resimlediği, Gülbin Baltacıoğlu’nun Türkçeleştirdiği Gergedanlar Krep Yemez, Pearson tarafından yayımlanıyor. Kitabı 3-6 yaş arasındaki çocuklar için önerebiliriz.


Tülin Sadıkoğlu

16 Mart 2016 Çarşamba

Uyurgezer Ayı

Masallar dilden dile, nesilden nesile aktarıldığı anlayışına göre masal oturulup yazılacak bir şey değildir. Anlatılması, toplumda yer bulması ve aktarılması gerekir. Bu anlayışa göre masalsı öğeleri içinde bulunduran kurgular masal sayılmaz. Peki, masallardaki sembolleri içinde barındıran bir kurgu, masal olarak kabul edilemez mi?

Tüm bunlar Joan Alkien’in Uyurgezer Ayı kitabını okuduktan sonra aklımdan geçen sorular. Alkien’in gerçeği dolaylı yoldan anlatmayı başardığı sekiz kurgu masalına zamanımızın en önemli illüstratörlerinden biri olan Quentin Blake’in çizimleri eşlik ediyor.

Kitap, Sisli Dağların Tepesinde, Göz Kamaştıran Gölgeler, Melusina, Bir Sepet Su, Meyan Kökü Ağacı, Öfkeli Tepe, Uyurgezer Ayı, Yakala Dünyayı masallarından oluşuyor.

Göz Kamaştıran Gölgeler, nesnelerin kimin elinde nasıl kullanıldığına bağlı olarak iyilik de kötülük de yapabileceğini hoş bir dille anlatıyor. Kötü niyetle murada erilemeyeceğini, eninde sonunda iyilerin kazanacağını hatırlatıyor bizlere.

İnsanların tuhaf yönleri olabileceğini gösteren Melusina ise bunlarla barışmak ve herkesi olduğu gibi kabul etmenin hayatı da güzelleştireceğini vurguluyor. Meyan Kökü Ağacı masalında ise günlük alışkanlıkların bazı sorunları ortadan kaldırabileceğini bal gibi gösteriyor bize. Öfkeli Tepe’yi okurken menfaatlerin insanı ne denli zalimleştirebileceğini bir kez daha fark ediyoruz.

Joan Alkien, gerçeği gerçeküstü anlatımıyla normalleştirmiş bu kitabında. Bunlara sıcak anlatımını ve tatlı dilini de katarak yapmış.

Uyurgezer Ayı, Arif Cem Ünver’in çevirisi ile Tudem Yayınları tarafından yayımlandı. Kitap 9 yaş üstü tüm çocuklar için güzel bir okuma sunuyor.

Ebru Akkaş 

7 Mart 2016 Pazartesi

Okumayı Sevmeyen Çocuğun Hikâyesi

“Herkes en çok hoşuna giden şeyi okur,” der annem her zaman. “Örneğin, Elisa vampirleri seviyor, ağabeyin Tobia ise hikâyeleri, baban gezi kitaplarını, ben ise anı kitaplarını seviyorum. Ya sen?”

“Anne, ben okumayı sevmiyorum!”

Herkes kitap okumanın ne kadar güzel olduğunu söylese de Anna tam aksini düşünür. Kitap okumak üzere oturduktan on dakika sonra bacakları hareketsiz kaldığı için ağrımaya başlar; yarım saat geçince gözleri yanar, esnemeye başlar; bir saat geçince ise esnemekten “yüzü gözü birbirine girer”. Annesine göre henüz mükemmel kitabını bulamamıştır. Öğretmeni ise mükemmel kitabın okumaktan aslı bıkmayacağı kitap olduğunu söyler. Anna’ya göre böyle bir kitap yoktur! Bunun üzerine öğretmeni ona bir ödev verir: Anna okulun kütüphanesine gidecek, orada mükemmel kitabını bulacak ve ertesi gün sınıfta okuyacaktır.

Anna, kütüphane sorumlusunun yönlendirmesiyle gittiği bölümde “ince kitaplar”, “daha ince kitaplar” ve “en inceleri” olduğunu görür. İçlerinden en incesini alır. Bu, eski bir kitaptır; kapağında altın yaldızlı bir kapı, içinde de sararmış iki sayfa ve burada da tek bir cümle vardır: Her kitap, unutulmaz bir maceraya açılan bir kapıdır. Bu sayfayı çevirdiğinde, düşlerin dünyasına gireceksin. Anna’nın düşlerindeki dünya kitapsız bir dünyadır. Böyle söyleyerek sonraki sayfaya geçer, ama ikinci sayfa bomboştur. Tuhaf gelir bu, Anna’ya... Tam o sırada çalışma masasına doğru uzanan bir gölge fark eder. Yaklaşan fırtınanın ilk habercisidir bu gölge. 

Yağmur bütün gece sürer, ama sabah hava açmıştır. Anna’nın düşlerinin dünyasına... Yani, kitapsız bir dünyaya. Önce ağabeyinin, sonra sırasıyla ablasının, babasının ve annesinin kitapları kaybolur. Kitaplıktaki kitaplar, kitapçıdaki, hatta bütün şehirdeki kitaplar yok olmuştur. Okulda da kitap kalmamıştır. Bu, tam da Anna’nın istediği şeydir. Ancak o sırada ortalıkta kalan tek kitabın, en büyük dileğini gerçekleştiren en ince kitap olduğunu fark eder. Bunun üzerine kütüphane görevlisinin yanına gider. 

Anna, kütüphane görevlisinin sımsıkı bağlandığını ve Ejderha Smaug, Kötü Canavar, Mavi Peri, Pinokyo ile Kötü Kalpli Cadı tarafından çevrelendiğini görür. Kütüphane görevlisine kızgındırlar; çünkü kitaplar, yani bu masal kahramanlarının evi,  kaybolmuştur ve onlar da yuvasız kalmışlardır. Tam o sırada Kötü Canavar, “Burnuma çocuk kokusu geliyor,” diye gürler, “kıllı koca elini” uzatır ve Anna’yı yakalar. Kitapların kaybolmasına sebep olanın Anna olduğu ortaya çıkmıştır. Yuvalarını kaybeden tüm bu masal kahramanları Anna’nın, kitaplarla ilgili düşüncesini değiştirebilecekler mi? Kitapların geri gelmesini sağlamaya onu ikna edebilecekler mi? Anna, nihayet, kitapların büyüleyici dünyasını keşfedebilecek mi? 

Miriam Dubini’nin yazdığı, Francesca Carabelli’nin resimlediği, Filiz Özdem’in Türkçeleştirdiği Okumayı Sevmeyen Çocuğun Hikâyesi, Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanıyor. Kitap, 7-9 yaş grubu için öneriliyor.

Tülin Sadıkoğlu

1 Mart 2016 Salı

Juju Beni Unutma

Çiğdem Sezer'in, çocuk edebiyatımızda konu çeşitliliğini zenginleştiren bir kitabı yayımlandı: Juju. İsmi, sihirli şey anlamına gelen Juju'nun küçük yaşına rağmen başından geçenleri kendi ağzından anlatıyor bize.

“Ben miyim savaşın çocuğu? Ben annemle babamın çocuğuyum. Kim ister savaşın çocuğu olmayı?” diye soruyor Juju bizlere.

Suriye'deki savaştan ailesi ile kaçmayı başaran Juju kendi şanslı sayar. Çünkü bazı arkadaşlarının ve geldiği yeni ülkede karşılaştığı yurttaşlarının kendi kadar şanslı olamadığını gözleri ile görür. Şansları yaver gitmiştir, başlarını sokacakları bir evleri de vardır. Tüm kayıplarına rağmen bir aradadırlar. Babası bir apartmanın kapıcılığını yapar, dikiş dikmeyi seven annesi ise evlere temizliğe gider. Juju'nun bir de kendi ülkesinde travma yaşamış, bu yüzden pek konuşmayan bir kız kardeşi de vardır.
Juju bu yeni ülkenin yeni şartlarına alışmaya çalışırken türlü türlü insanlara da denk gelir. Kimisi onlara yardımcı olmaya çalışırken kimisi de onların varlıklarından duyduğu rahatsızlığı kaba şekillerde dile getirir.

Savaşı, göçü, göçmenliği sade bir dil ile anlatan Sezer, bu konuyu bir de çocuk işçiliği ile bağdaştırmış. Üzerinde uzun uzun düşüneceğimiz ve tartışacağımız şeyler söylemiş: "Ama yine de çocuklar dilenmek zorunda kalıyor. Babalar, anneler iş bulup çalışmıyor. Bu da kötü. İnsan çalışamazsa nasıl para kazanır. O zaman dilenmekten başka çareleri kalmaz." Peki, dilenciliği meslek edinenler? Suriye'den göçmek zorunda kalan birçok insanın dilenmek zorunda olduğunu gözlerimizle sokaklarda gördük, buna inandık ta ki Suriye'den göçmek zorunda kalan diğer insanlar bizi "bunlar Suriye'de de dileniyordu çünkü işi buydu" diye bizleri uyarana kadar.

Juju, hikâyesini anlatırken birkaç yerde "mülteci" kelimesini kullanıyor. Şu anda yaşadığı ülkenin onu mülteci olarak kabul etmediğini bilmeyerek. Metinde her mülteci kelimesine rastladığımda Çiğdem Sezer bunu bilinçli olarak mı Juju'nun ağzından söyletiyor acaba diye düşündüm. Mültecilerin yasal hakları varken Suriye göçmenlerin/sığınmacıların yasal hakları yok çünkü onlar yasal olarak mülteci kabul edilmiyor. Dini milliyeti ve belirli bir toplumsal cinsel aidiyeti yüzünden veya siyasi tercihleri sebebiyle zulüm gören, bu sebeple yurdundan ayrılan ve endişeleri gittiği ülkeler tarafından haklı bulunan kişiye mülteci deniyor. İnsan Hakları Beyannamesi  14. Maddesinde “Herkesin zulüm karşısında başka ülkelere sığınma hakkı vardır” diyor. Bu hak 1951 Cenevre Konvansiyonuyla teminat altına alınmış. Daha çok II. Dünya Savaşı yıllarında Avrupa’da yerinden edilmiş kişiler için oluşturulmuş bir sözleşme bu. Bu sebeple Avrupalılarla sınırlandırılmış. Bu sınırlandırmanın haksızlığı 1967’de imzalanan bir ek protokolle bütün dünya vatandaşlarına sağlanmış. Ancak bu ikinci protokolü imzalamayan tek bir ülke var: Türkiye!

İnsan okuduğu kitabı sevince onun bütün kusurlardan münezzeh olmasını istiyor. Juju’da birkaç yerde nasıl batıdakiler Türkiye’ye oryantalist bir göz ile bakıyorsa biz de kendi doğumuza o gözle bakmaktan kendimizi kurtaramadığımız da dikkatimi çekti. Bir de savaşın kötülüğünü vurgulayan yerlerde yanlışlıkla başka bir şey söyleniyor olabilir mi düşüncesinden kurtaramadım kendimi: Bir saldırı altındayken vatanı savunmak iyi bir erdem değil midir peki?


Daha çok şiirleri, şair yönüyle tanıdığımız Çiğdem Sezer, akıcı ve samimi bir anlatımla toplumumuzdaki bir yaraya parmak basmış. Yaralara merhem bu kitabın çocuklarımızı, göçmek, sığınmak zorunda kalan diğer çocukların dünyasına sokmaya, onları daha iyi anlamaya sağlayacağına hiç şüphem yok. Yazarı ve yayınevini canı gönülden tebrik ediyorum. Bilgi Yayınevi Çocuk Kitaplığı’nca yayımlanan Juju Beni Unutma, herkese göre bir kitap. 

Ebru Akkaş